31 Ağustos 2013 Cumartesi

İlk Kez (Semi - Erotic)

          Bugün ilk kez mala vurdum. Bir teknik gerektiren incelikli bir iş olduğunu duyardım hep işin ustalarından. Tabii ben amatörce ve iyice sertleşmesini beklemeden deliği doldurdum. Sonra biraz ürkek biraz da yorgun bir ses çınladı kulaklarımda, "arkada bir delik daha var ona da koysana"  sesin sahibi babamdı, bahçedeki küçük evin eski tahta kapısının arkasındaki fare deliğinden bahsediyordu. Babamın sesi beni olmasa da seni ey okur kendine getirdi. Ben zaten ne yaptığımı biliyordum.

          Kendi çapında köyden büyük kasabadan küçük bir yerde yaşıyorum ve bu aralar enteresan angarya işlerle uğraşıyorum. Yaşıyorum dedim ama 2-3 aydan uzun süre kalmadım hiç. Üniversite ayağına 6 yılımı Mersin'in sıcağında ve bulanık güzellikleri arasında geçirdim. Şimdi de ne yapacağımı bilmez bir halde ve ilk defa birşeyler yazıp senin de okumanı istedim ey okur. Zormuş ama. Şimdiye kadar hiç blog okumadığım için belki de. Tecrübe namına hiçbir şey yok yani. Neyse işin özü kendimi komik sandığımdan ve bu işe beni teşvik eden arkadaşlarım nedeniyle saçmalıyorum izninle.

          Küçük notlar almıştım bunlardan birşeyler çıkarırım falan diye ama şimdi düşündüğümde "o zaman çok komikti be oğlum" diye sonlanma ihtimali beni ürküttü. Yazmadım. Televizyonu açtım. Bir bebek bezi reklamı gördüm markayı hatırlamıyorum, umrumda da değil, nasıl olsa diğer markalar da yapacak aynı üründen kısa zamanda. Reklamın ana konusu şu: kızlar için ayrı erkekler için ayrı bez. Bu motto beni uçurumlara sürükledi, o yaşta başlanan ayrımcılığa mı yansam, binlerce bilim adamının bebek bezi, diş fırçası gibi abuk sabuk şeyler için dünya dışı teknolojiler kullanmasına mı yansam. İkisine de yanmadım, bana ne. Ama tam reklamın sonunda kısık bir ses tonuyla ve hızlı bir şekilde birşey diyor bizim reklamın anlatıcısı "kızlar için olanın orta kısmı daha emici". Aha dedim olay buymuş demek, biz erkek milleti savurmayı sevdiğimiz için kenarları köşeleri daha emici herhalde. Arka kısma dair net bilgiler de alamadım ayrıca, boka bir çare bulamadık sanırım hala. Neyse ki yakın zamanda lazerli bezler çıkacak ve bez üzerindeki nano sensörler sayesinde bok ya da çiş beze temas ettiği anda lazerler devreye girip bu atıkları plazma formuna çevirecek, belki de direkt uzayın derinliklerine ışınlayacak. Bu konularda uzman bilim adamlarına ve ellerindeki ileri teknolojiye güveniyorum ben.

          Şimdilik bu kadar okur kardeş, malum uzun zamandır ilk defa olunca kısa sürüyor. Kendine iyi bak, sağa sola taşırmamaya dikkat et. 
 
    

28 Ağustos 2013 Çarşamba

Parasailing

Az kaldı, taze isimler çiçek gibi açılacaklar burada. Çok sabırsızım.

Size tatilde parasailing yaptığımdan, ve parasailingte kitap okuduğumdan bahsetmemiştim değil mi? Bir video hazırladım bunun için, bazen şifreli (123456) gibi oluyor görüntü, kusura bakmayın. Aslında çok eğlenceli değil ama şarkı güzel, o yüzden izlenebilir. Yanımdaki de kuzenovski.


Kitap okumak benim için çok zor temalı bir video silsilesi hazırlayacaktım ama parasailingten öteye çılgıncasına bir yerde kitap okuyamadım. Pahalı amk.

Okuduğum kitap da bir kişisel gelişim kitabı. Kişisel gelişim kitabı yazmak için kişiliğini über geliştirmen gerekiyor. Mantık bu en azından. Yalnız nasıl bir ukalalık, bizi hor görme. "Ben öyle geliştirdim ki kişiselimi, diğer gelişiksiz gerizekalılara anlatayım da bir boka yarasınlar. Bak bak, gerizekalılara bak, nasılda gelişememiş" şeklinde bir düşünceyle hareket etmeler. Belki sen yanlış geliştirdin kişiliğini, nereden geliyor bu özgüven? Belki verdiğin tavsiyeler bizim kişiselimize radyasyon tesiri yapacak. Nasıl emin olabilirsin lan doğru olduğuna? Bir de bir sürü kitap var bu şekilde, bir sürü insan bırak kişiliğini geliştirmeyi, kitap yazacak kadar kişiliğini geliştirmiş. İleride ben de kişisel gelişim kitabı yazacağım, ama kişisel gelişim kitapları yazanlar için.

Ya da "Kişisel gelişim kitabı nasıl yazılır?" şeklinde bir kitap yazabilirim.

  1. Önce kişiliğinizi geliştirin
  2. Kişiliğinizi baya bir geliştirin
  3. Çok sağlam geliştirin, şaka değil bak. 
  4. Anlaşıldı sen yapamayacan bu işi, piyasadaki kitaplara bir göz at
  5. Şimdi kitap nasıl yazılır, onu bir öğren
  6. Hadi şimdi siktir git
Ha ileride bir gün kişisel gelişim kitabı yazan bir insanla tanışır ve ona kanım kaynarsa, o insandan şimdiden özür dilerim. Ama şimdilik gözümde ukala piçlersiniz. 

Öpüyorum canlar

26 Ağustos 2013 Pazartesi

Minibüs

rÜyamda geçen bEşiktaş minibüsüne bindim. yAnıma jUstin bIeber oturdu. tAktı kulaklığı cool cool kimseyle ilgilenmeme tavırlarına giriyor, mal ergen. (Dilimizde özel isimler ve cümle başındaki kelimelerin ilk değil de ikinci harfi büyük olsaydı nasıl olurdu merakıyla böyle yazdım. Sikimsonik oldu, bu çirkinliğe daha uzun süre devam etmeyeceğim.) Sonra çok güzel bir kız bindi, bunun gözler faltaşı gibi açıldı. Fıldır fıldır, nasıl rollere girmeler "ben aslında çok ilgilenmiyorum kimseyle, ama sen arada bir ilgilenmemi hakediyorsun" mesajı veriyor kıza adeta. Herifçioğlunun şansına kız da ergen çıktı, o da kaçamak kaçamak bakıyor, her bakışmanın arkasında çenesini mağrur bir şekilde kaldırıp ön camdan dışarı bakıyor. Ben pirelendim tabii durumdan, rahatsız oldum. Sonuçta minibüs sosyalleşme yeri değil, kadın erkek minibüsler ayrı olsun bence. Pembe minibüsler yapsınlar kadınlar için (olm yaparlar şimdi Allah muhafaza).

Bir minibüsün iş başvurusu için çektirdiği vesikalık
Gerçi düşündüm şimdi, minibüs gerçekten sosyalleşme yeri lan. Çay bahçesinden çok farkı yok aslında, bir tek masa yok, bahçe yok, bir de çay soda falan yok. Olsun, sohbet var seyahat var, ergenlerin kesişmeleri var. Çocuğumuz var, çoluğumuz var, çocuğumuz var. "Bugün nereye gidelim aşkım, aile çay bahçesine mi? Bağcılar minibüsüne mi?"

Neyse, dürttüm Justin piçini "Şurdan bir kişi uzat bakalım" dedim. Yavşak, parayı kıza verdi, gülümseyerek "Bebek, alır mısın?" dedi. İngilizce dedi tabii "baby baby baby, ohş" Yani yine sinirlerimin üstünde tepindi ibnetor. Nasıl avantajına kullandı belli değil.

Sonra iki yaşlı kadın "müsait bir yerde" dediler. Şoför duymayınca bağırdılar. "Hayret bir şey bunlar duymuyor mu? Bağırıyoruz o kadar" diyerek arkadaşına söylendi hesapta. Ama bağırarak söyleniyor. Şoför duysun istiyor yani, yani yüzüne baka baka dedikodu yapıyor. Arkadan konuşmak kesmeyecek yani, (uzakdoğuda "yüzüne doğru arkadan konuşma tekniği" olarak anılır, eski ustaların çok sevdiği bir tekniktir) şoför kendisini kötü hissetsin istiyor. Sonra arkada bir dayı daha yüksek sesle söylendi "Hayret bir şey yürüyeceğin 20 metre... Cık cık cık" hem de yanında insan yokken yapabiliyor bunu. Tekniği geliştirmiş yani. Sonra bizim Justin de bu söylenme furyasına dahil olarak "Bilemezsin kardeşim, belki bir rahatsızlığı var yürüyemiyor" Rüya olduğu için bunu Castin'in söylemesine çok takılmayacağım. Ama ne sığırlık lan. Sonra bizim Casti'nin manita da söylendi "Rahatsızlığın varsa taksiye bineceksin arkadaşım" diye. Yalnız herkeste bir delikanlı tavır, ne oluyor lan? çözemedim. Herkes birbirinin hayatına karışmaya başladı. Adeta toplumsal müdahele yaşanıyor karşılıklı. Ağız gücüyle koskoca minibüsü TOMA'ya çevirdiler iyi mi? Zaten taksi muhabbeti açılınca fakirlik açılıyor, o açılınca eğitim falan filan. Yani tarihte sosyoloji olarak bilinen bilim dalının incelediği tüm konuları masaya yatırdık. Ama delikanlı tavrımızdan taviz vermedik "ona bakarsan Türkiye'nin dış borcu bu kadar" şeklinde. Yine de gerginliğin dozajı artmıyor çünkü herkes farklı açıdan bakabiliyor konu büyüdükçe.

Saatler süren tartışmaların sonunda herkes birbirlerinin farklılığına saygı göstermeye başladı. Toplumdaki ilk kardeşlik tohumları atılmaya başlandı diye bunlar bir galeyana geldi. Şarkı söyleyerek gidiyoruz, herkes birbirini kucaklıyor. Şoför kafasına göre rota çizmeye başladı. Benim de muhtarlıkta işim var, tamam kardeşlik iyi de mesai bitecek (Yalnız Casti dışında ne kadar gündelik hayat, dikkatini çekeyim), o muhtardan ikametgahı alamayacağım. Tamam şarkılar söyleyerek, danslar ederek, barış işaretleri yaparak devrim yapalım. Demokrasiyi kökleyelim, ama bürokrasi bitmez aga. İki üniversite bile bitirsen o muhtar'a görüneceksin. Dedim "müsait bir yerde inecek var!" belki tartışmanın başına çekerim bunları o hengamede inerim diye düşündüm. Gelmiş bir tanesi "artık kardeşlik tohumlarını attık, bak nasıl da mutluyuz, artık mal mülk yok istediğin yere gidersin, istediğimizin evinde kalabilirsin. Hayat çok güzel"

Hay amk tamam da gene merkezi bir yerde indirin bari

15 Ağustos 2013 Perşembe

Düşünmek Beni Yoran Bir Aktivitedir

Merhaba Doppelganger,

Bugün "Enteresan" kelimesinin çok güzel bir kelime olduğuna karar verdim. Sana fiziksel farklılıkların kişiliği etkilediğinden bahsetmiş miydim? Memo Tembelçizer bu konuya birazcık değinmişti, eğer sen de benim gibi sıkı bir mizah takipçisiysen hatırlarsın (internette bulamadım). İsmini de hatırlayamayacağım çünkü sürekli "Hepimiz Kıyma Makinesiyiz" gibi bir noktaya bağlanıyor konular. Ufacık değindiği örnek şuydu: Jack Nicholson'ın kurnaz bir ifadesi olduğu için (kaşlarından dolayı) kendisi de kurnaz bir adam olmak zorunda.

Bu konu üzerinde düşündüm, çünkü sıradışı hatları olan insanlar sıradışı olmaya zorlanıyor gerçekten. Jack örneğine döneceğim. Benim kendi sevdiğim örneklerden birisi uzun boylu insanların kendilerini çok farklı bir yerde hissetmeleri. Dışlanmış diyeceğim ama tam da doğru kelime değil. Hem perspektiflerinden dolayı hem de giyim sektöründe kendilerine ayrılan yerin dar olması sebebiyle normallerden farklı düşünmeye başlıyorlar. Normalin çok dışında oldukları için topluma dışarıdan bakma olanağı buluyorlar.
Öğrenciyken bu kadar kasıp da grafik hazırlamamıştım lan. Bak 2 metreden uzun insanlar nasıl dışlanmış. Biz ortalama uzunluktakiler kimbilir nasıl eğleniyoruz yukarılarda değil mi? Gıptayla ile bakıyorlar bize değil mi? (Olm 10 santimcik daha uzun olaydım ya lan)
Yeri geliyor ayakkabı bulamıyor, tavan alçak geliyor, boylarıyla alakalı hep aynı esprileri duymak zorunda kalıyorlar. Fakir ve uzun boyluysan sıçtın mesela. Ayakkabı bulamazsın, kıyafet bulamazsın, e kendine yakışanı giymediğin için uygun bir eş de bulamazsın. Hal böyleyken türünü devam ettirme şansın giderek azalıyor. Tabii uzun boylulara yapılan bu ayıptan dolayı üzüldüklerinden midir bilinmez ama kadınlar uzun boylulardan hoşlanıyor. Gerçekten niye hoşlanıyor? Çok değil ya 10 santim daha uzun olaydım ölür müydüm? Soruyorum size genler? Dur annemle babamı uyandırıp döveyim "Bana niye daha güzel genler vermediniz" diyerekten. Hadi annem zaten ayda bir yeni kombinasyonlar üretiyor, ama babacığım? Hergün milyonlarca yeni kombinasyon üretiyorsun, günde bin tane iyi gen kenara atsan ölür müydün? Neyse sakinim.

Öte yandan Jack'in işi daha zor. Tam bir çakal carlos duruşu olduğu için adamda millet temkinle yaklaşıyor. Söyleyeceğini tam söyleyemiyor çünkü "Jack'te kurnaz bir adam tipi var, dur bütün gerçeği açıklamayayım" diyor. Jack kıllanıyor tabii "Bu adam niye böyle antin kuntin anlattı ki mevzuyu, dur biraz laf koparmaya çalışayım" diye ince düşünmekten iyice kurnaza bağlıyor. Kaşlar nasıl yaktı adamı.
"Hele o son dediğini bir daha de bakıyım"

Ben mesela çocuk gibi bir mizaca sahip olduğum için sürekli çocukça hareketler. Böyle yılışık yılışık, ıyyy tiksindim kendimden. O yüzden sürekli bir espri yapma durumu, o yüzden mizaha yönelme durumu. Düşünce sistemim böyle oldu lan resmen. Ama mizah çok güzel bir kaçış aynı zamanda. Problemlerinden mizah yoluyla kaçabilirsin, ama birbirimizi kandırmayalım. Çünkü şöyle bir gerçek var, ok mizah güzel kaçış, ama tek başına kaldığın zaman hiç bir sike faydası yok. Zaten kendi kendini güldürebilen adama deli demeyi çok seviyoruz. Hayır güzel bir özellik, bende olsun isterdim, ama çok zor bir şey olduğu için ve normal bir insan bunu beceremediği için bu insanlara deli diyoruz. Tür devam ettirme yarışında onları bu şekilde eliyoruz. Oysaki kendi kendini gülümsetebilen bir insanda çok güzel genler vardır eminim "Aman durun yaklaşmayın, deli o bakın, nasıl da kahkahalar atıyor. Ama neye?" Biz de kendi kendimize gülümsüyoruz yolda giderken ama izlediğimiz bir filme gülümsüyoruz, telefona gelen mesaja gülümsüyoruz, insanların bizi kendi kendine gülümserken görüp "Deli midir nedir?" demesine daha da çok gülümsüyoruz, hatta eşek gibi sırıtıyoruz. Neden? Çünkü deliliğe özeniyoruz. Delilik anlaşılmaz olduğu için tamamen safdışı bırakamıyoruz. İnsanlar sokaklarda delilere nasıl bakıyorlar gördünüz mü? Kavga izler gibi, hala temkinli, çok tetikte izliyorlar.

Üniversitede vardı böyle bir tip. Sürekli anlamsız hareketler, böyle rasgele önermeler, ama niyeyse amınakoyyim biz adamla ilgilenmediğimiz zamanlar normal birine dönüşüyor muhabbete dahil oluyordu. İlgi çekmeye başladıkça tekrar delirme state'ine geri dönüyordu. "Deli deliyi görünce değneğini saklarmış" derler, ben de adamda kendimi gördüğüm için belki de (Ben mizahla, o delilikle kaçıyordu. İkisi de ciddiyetsizlikti en nihayetinde) onun yanında sus pus oluyordum. Çünkü ciddiyetsizlik maskelerimizi ifşa ediyordu, ben ikimiz adına utanmayı tercih ederken o ifşaya devam ediyordu. Sabah ifşa, akşam ifşa. İfşa eder misin etmez misin? Evde mi ifşa, paket mi? İstemsizce ifşa ediyordu çünkü benim kadar iyi beceremiyordu ve ara ara onun bir kaçış olduğunu sezdiriyordu. Neden kaçış? Bilmiyorum, belki de bizi belli bir karaktere sokacak belirgin özelliklerimiz yoktu. Oysaki Jack Nicholson kaşından olsa bizde bak nasıl kurnaz olmuştuk. Ya da uzun
Resmen espri düşünemiyorum bu fotoğrafa
Ama koymadan da edemedim
boylu olsak (10 santim ya çok değil) bak nasıl olmuştuk. Belirgin bir özelliğimiz yoktu, ama varmış gibi davranıyorduk. Ve insanların anlamayacağı belirgin bir özelliğimiz varmış gibi davranıyorduk. Anlaşılmayan şeyler içinde her anlamı barındırabilir, biraz da bu yüzden. Gerçekten ne görmek istiyorsalar onu görüyorlardı.

Beni bugüne kadar çok kibirli, kurnaz, utangaç, iyi niyetli, çalışkan, tembel, rahat, stresli gören oldu. Ne aldıysa oydu yani. Ne alıyordu biliyor musun? Onlar neyden kaçıyorsa, veya neyi istiyorsa benden onu alıyordu. Kibirli bir insan, kibrinden kaçmak için bana kibirli diyor "Ohh benden daha beteri de var, bak nasıl da kibirli amına kodumun çocuğu. Bak, bak mala bak. Kibire gel, tipini siktiğimin seni" şeklinde bana yüklemeyi yapıp adeta günah çıkarıyor. Pozitif örnekler de var tabii. "Ya ne kadar neşeli, keşke ben de öyle olabilsem" (Kibirli; "Bak nasıl kendini övüyor götüne tren giresice") diyenler de olmuyor değil. Sonuç olarak herkesin kaçtığı bir şeyler var.

Bu kadar girizgahı mevzuyu başlığa bağlamak için yaptım. Ben neyden kaçıyorum biliyor musun sevgilim? Düşünmekten. Herkesin günahı için geçerli mi bilmiyorum, ama düşünmekle yüzleşmek zorundasın. Sosyal ağlar sağolsun kendimizle geçirdiğimiz vakit giderek azalıyor. Yat arkadaşının fotoğrafına bak, kalk sevgilinin kahvesini yap, işe git patronunun ter kokulu odasına dosya bırak, geri gel trafikte minibüs şoförlerine küfür et, otur akşam televizyona kitlen vs. vs. Hep müdahele. Kendinle başbaşa olmaya tam uykudan önce çok yakınsın. İşte o zaman düşünmek zorundasın. Dini insanlar bu yüzden ruhani, günde 5 vakit kendileriyle başbaşa kalabiliyorlar. Sen? Uyumadan önce twitter'a bakarak yoruyorsun beynini, kendine yaklaşamadan uykuya dalıyorsun. Uyuşmak lan bu bildiğin, zombileşmek.

Çok çeşitli uyuşturucu var, sana küçükten büyüğe önem sıralamasıyla dizeyim mi bu uyuşturucuları? Yani uyuşturma gücüne göre dizeceğim.


  • Televizyon izlemek
  • Dizi izlemek
  • Bilgisayar oyunu oynamak (!)
  • Sosyal ağlarda gezinmek
  • Dedikodu yapmak
  • Alkol almak
  • Sigara içmek
  • "Abi ajansa götürcen mi beni?
    Bak dediğin gibi lacileri çektim"
  • Gerçekten uyuşturucu kullanmak (!)


Yanına ünlem koyduklarım yoruma açık. Yani aşağıdaki listeye de girebilirler. Pozitif uyuşturucular da var çünkü, uyarıcı gibi düşünebiliriz. Önem sırasını düşünmeden yazıyorum


  • Müzik dinlemek (!)
  • Kitap okumak
  • Yazmak çizmek, üretmek
  • Dans etmek
  • Aşık olmak (!)
  • Gezmek
  • Namaz kılmak
  • Lider olmak
  • Gülmek lan, çok gülmek
  • Uyumak


Çok sıkıcı duruyorlar değil mi? "Hobileriniz?" boşluğunu doldururken kullandığımız cümlelere benziyorlar değil mi? Well, guess what, bunlar çok önemli. Bunlara hayatınızda daha büyük yer vermeye başlayın lütfen. Yalnız kalmaya çalışın, korkmayın ısırmazsınız. Yine yanına ünlem koyduklarım, tüketici anlamda kötüye kullanıldığında faydasından çok zarar veren şeyler (aslında hepsi kötüye kullanılabilir ama ilk gözüme çarpan onlar) Yani bir anlamda ilk listeye girebilirler. İlerleyen yazılarda buna değinebilirim. Dans etmekten niye utanıyoruz gibi soruları irdeleriz. Nasıl olur? Sana dondurma da alırım.

Benim günahım düşünmemek. İkinci listedekilerin hepsini yapardım bir yıl öncesine kadar. Ama düşünmek istemediğim o kadar çok konu var ki, özellikle mühendis sıfatıyla piyasaya karıştıktan sonra, ilk yazdığım listenin hepsini yapmaya başladım. Breaking Bad'in sıradaki bölümü beni bekliyor şu anda ama zerre sikimde değil. Resmen benim için kendine gel çağrısı (wake up call) yaşadım az önce.


Müsaadenizle biraz düşünmek istiyorum...





(Böyle karizma bitirdim ama diziyi de çakarım gibi bir yandan. Günün ilk ezanı okundu çünkü, bilirsin o duyguyu. "Yeter bu kadar kastığın, sal gitsin diyor" resmen. Lan şimdi mealine baktım "Namaz uykudan daha hayırlıdır." Ya şaşırdım. Gerçekten yukarıdaki listeye namaz kılmayı ekleyeceğim şimdi. Adamların inanca olan bağlılığına saygı olarak düşünelim bunu. Görürsen şaşırabilirsin, ama bu parantezin içine geldiğinde aydınlanacaksın. Haydi durma, sen de parantezin içine gel (Dışarı gel lütfen (Olm "dışarı gelmek" diye bir tabir var lan (Tamam tamam cıvıttım biliyorum (Kibirli "Bak, bak, şuursuza bak. Kafası mengenelere sıkışasıca, nasıl devam ettiriyor hala" )))))

Reggae

Merhaba Okuyucu, Scanner, Siken alır

Nasılsınız görüşmeyeli? Benden de hamdolsun, yine içip sıçıyorum (starbucks). İki gecedir taksimi baştan sona turluyorum. Galata'ya kadar inip geri yürüyorum sonra. Dün gece neyse de ondan önceki gece saat 5 gibi gittim oralara. Lan kimseler yok, iki tane serseri var iki tane de dayı var orada uyuyan. Ben de nasıl taşak büyüttüysem (grow some balls) gidip yanlarına oturdum. Ben öyle alternatif bir tiple korkmadan adamların yanlarına oturunca beni sivil polis sandılar galiba. Sigara içki falan ikram ettiler, oraya gelip çok içen insanları bana şikayet ettiler. Ben de "Olur öyle şeyler, biz de rahatsızız tabii, ama burada içme desen gider sultanahmette içer" falan diyorum. Ezberden konuş diye tuş varmış kafamda. Baktım "Evet abi, sepet abi, haklısın abi" diye onaylayarak sigara ikram etmeye başladılar. Sonra çöp arabası geldi bir şey oldu ayaklandırdı bizi. Öyle birden ayaklanınca bütün büyü bozuldu tabii. "Ben gidiyorum AĞALAR" dedim. Ağalar ne lan? Ağalar ne olm? En son yeşilçam hapishanelerinde kullanılmıştır. Neyse, duruma ayıkamadan adamlar, hemen arazi oldum ordan.

Dün gece de Bilbao'lu bir kızla tanışmıştım. İlginçti, güzeldi. Ama gece kulübüne kaptırdım kızı. Sen hiç gece kulübüne kız kaptırdın mı? Sorarım sana. Beraber giriyorsunuz, sen beğenmiyorsun, çıkıyorsun, dışarıda bekliyorsun gelmiyor, sonra geri girmeye çalışıyorsun, damsızsın diye almıyorlar. Safça duygularla yönelsen mesela kıza, resmen mafya gibi elinden alıyorlar. Öff sinirlerim bozuldu. Sana çok yakınlarda keşfettiğim reggae şarkısını koyayım da neşemiz yerine gelsin.



Galiba resmen reggae'ci oldum hacı yaaaaa. Bilmiyorum, çok sık dinlemeye başladım. Playlistler falan gırla.

Kafası almayacak insanlara ders vermek için kendini tehlikeye atmak çok saçma. Gezi direnişinde mesela tomaların altına yatmak, vinçlerin önüne sazımızla beraber oturmak falan. Serseri dolu bir mahallede yaşıyorum, gecenin bir yarısı arabayı üstüme kırarak sürüyorlar arabayı. "Ben öleyim de hapislerde çürüsünler" diye düşünmek güzel bir örnek bu hususta. Düşünmeyin böyle şeyler. Sen ölmüşsün, herifler orada "Napçaz amınakoyyyiiiim" gibi incelikten inanılmaz yoksun, mankafa bir şekilde feryat figan edecekler. Eğer birinin elinden öleceksem, arkamdan şiir okusun, orkestra getirsin, dokunaklı bir konuşma yapsın, beni Zanzibar'a gömsün, üstüme gül falan bıraksın ne bileyim.

Breaking Bad (Meali: Amı götü dağıtmak)
Global bir kültür oluşmaya başladı artık sevgili okuyucu, bilmiyorum farkında mısın? Yani mesela bir portekizli, bir alaman, moğol, nepalli, ne bileyim bir tunuslu, somalili bir de sen otursanız. Fıkralardaki gibi aptal socially awkward durumlara düşmezsiniz. "Geçen bir kedi videosu izledim" dediğinizde, aşağı yukarı ne kafalarda olduğunuzu anlamışlardır. Yani bu ortak bir kültür, kedi videosu, 9gag, twitter, facebook falan. Bunlar hakkında konuşulabiliyor. Ve çoğunlukla 9gag sayesinde de anladığım şuydu. Dünyanın ücra bir köşesi de olsa, seninle neredeyse aynı şeyleri düşünen birileri mutlaka oluyor. Bu yüzden blog'u çevremde absürd mizah anlayışına güvendiğim birkaç insana açma fikrini benimsedim sevgili okuyucu. Bundan sonra arkadaşlarımdan yazı görebilirsiniz, ya da görmezsiniz bilmiyorum. Benim gibi üşengeç piçler sonuçta.

Seni şöyle bir sanat çalışmasıyla başbaşa bırakıyorum. Adam 50 çeşit uyuşturucu deneyip, her birine ayrı ayrı kendi portresini çiziyor. Kafa çiziyor yani. Yani arkadaşınıza "Abi şu uyuşturucunun nasıl kafası var?" diye sormak yerine bu adamın kafasını takip edebilirsiniz.

8 Ağustos 2013 Perşembe

İyiyiz bence şu an

Google'a hiç 241543903 yazmayı denediniz mi? Ne kafalar acaba, şu an şoktayım resmen. Bu piç söyledi.

Canım sıkılınca google'a böyle ilginç şeyler yazmayı deniyorum. Dizi izlemiyorum google images izliyorum resmen. Şaka maka Breaking Bad isimli diziye başladım. Fevkalade akıyor şu anda. 2. sezondayım, iyi yani. Heisenberg'in karısının öğrendiği her yalanda nasıl daha büyük yalanlarla sıçıp batırdığını izlemek çok güzel. Karısı konuşmaya başladığı gibi yalan düşünüyor herif. Bence çok iyi oynamış. Ayrıca Black Mirror dizisini şiddetle tavsiye ederim. Tam dizi değil aslında, bölümler birbirinden bağımsız. Ayrı ayrı filmler gibiymişçesine izleyebilirsiniz. İşin kötü tarafı çok distopik lan. Çok hüzünlü bitiyor bölümler, bir yere bağlıyor ama baş karakter için hep hüsran var. Biz olayın distopyaya gidebileceğini anlayalım diye ana karakterin ağzına sıçılıyor. Neyse. Ne çok link kullandım lan.
Fevkalade yazdım mesela, bu çıktı bahtıma

Sana Zanzibar'ın hikayesini anlatacağım. Birkaç yazı önce görselini kullanmıştım. Zanzibar benim reggae şarkılarına eşlik etme biçimim. Bir çok reggae şarkısına Zanzibar diyerek eşlik edebiliyorum. Tahminimce kafam iyiyken nayahta duyduğum bir şarkının içinde geçen bir kelimeydi. Sonra images'a yazayım dedim. Bir baktım cennet gibi bir yer çıktı. Hakikaten parayı bulunca koştura koştura gidecem oraya. Daha sonra bu enstantaneyi Şaklaban'a anlatıyorum. "Aa ne kadar hoş bir enstantane" deyip geçiyoruz. Birkaç gün sonra televizyonda Zanzibar belgeseline denk geliyor adam. Ve benim yine çok sevip saydığım bir insan olan Freddie Mercury'nin orada doğduğunu öğreniyor. Bu kadar şey yaşandıktan sonra "Ne Zanzibarmış arkadaş" demekten kendimi alamıyorum.

6 Ağustos 2013 Salı

Ayrılık

Hoşgeldin Yar,

Geçen hafif moralim bozulmuştu, o yüzden komik olamamıştım hatırlarsan. Şu an daha da moralim bozuk. Çünkü Mimar (The Architect) ile ayrıldık. Hem de severek ayrıldık. Birazdan yazacaklarım gerçekten çok ciddi şeyler benim için, o yüzden taşşak unsurlarını küçük bulabilirsin. Sana Mimar ile neden bu kadar yakınlaştığımı anlatmaya çalışacağım.

Önce hikayecilik nedir, nasıl doğru yapılır, sana bunun bir kaç tane püf noktasından bahsedeceğim. Hikayecilik herkesin hamurunda olan bir şey değildir. Benim farkettiğim insanların hepi topu 2-3 tane hikayesi var doğru düzgün anlatabildiği. Geriye kalan hikayeleri şu tarz sorularla bölünüyor "Nerdeydi ya?" "Kimler vardı ya ortamda?" "Perşembe günü müydü neydi..." "Galiba o gün dondurma yemiştik, NEYSE..." Ve işin acıklı kısmı bu soruları soran da hikayecinin kendisi. Zaten bu "neyse" sikine kıl kapıyorum. "Neyse" gelince vaktimden çalınmış gibi hissediyorum, hem de gereksiz bir detayla.

Neyse(!), sana hikayemi hikayecilik kriterlerine uygun bir şekilde anlatmaya çalışacağım. Zaten yazı dilinde hikayecilik yapmak daha kolay.

"Neyse" diye bir grup varmış lan
Aile dostumuz olan yaşlı bir karikatürcü, beni bir karikatür yarışmasında jüri olanların ve onların arkadaşlarının davetli olduğu bir yemeğe, yanında götürmüştü (Ne uzun cümle oldu amk. Bu hikayecilikte önemli unsur değil aslında, sadece ben gaza geldim. Ben de hikayeci değilim lan olm, gülmeyin. Kendimizi geliştirmeye çalışıyoruz. NEYSE). Yemekte bir çok karikatürist vardı. Birkaç tanesinin dışında hepsi 50 yaş
ve üzeriydi. Bu yüzden çoğunu tanımıyordum. Masada yakınıma denk düşenlerle birkaç kelam sohbet ettim. Stand-up hayalimden bahsettim, onlardan birkaç tüyo aldım. Met-üst abimiz de oralardaydı. Yemeği yiyip biraz içtikten (rakı) sonra Met-üst abinin yanına yollandım. Hararetli bir tartışma dönüyordu. Ben de içmeye devam ettim (5 duble falan oldu toplam). Herkes dağılınca Met-üst abi ve arkadaşları beni Şişhane yakınında bir yerlere bıraktılar.

Oradan yürüyerek benim Belgeselci arkadaşların yanına doğru yollandım. Kendileri meydana bir hayli yakın, bana bir hayli uzaklardı. Olsundu, kafam halihazırda güzeldi ve bir çok karikatürist ile tanışmanın verdiği mutluluk vardı içimde. Her daim gülmeye ve güldürmeye hazırdım. Kafamda gerçekten başka bir şey yoktu. Komedyen gömleğimi giymiştim yani. Kafamda mizahçılarla yapılan rakı gecesi dönerken ayaklarım beni belgeselcilerin yanına götürdü. Bizim belgeselciler sokakta içki içen bir takım fakirlerdi. Baktım yanlarında bir şişe cin. Bu büyük şişeyi el birliği ile tükettik. Gece 02.00'yi bulana kadar sohbet ettik. Makara geyik gırla dönüyordu. Neden sonra Hippi bana "Gel bir karı kız avına çıkalım" dedi. Grubun geri kalanına kıyasla, kadınlarla aram daha iyi olduğu için, özellikle bana bu teklifle geldi. "Tamam" dedim ama üstümdeki
"Şurda iki tane kız var lan, gel onların yanına gidelim"
komedyen gömleğimi çıkarmadım. Önceliğim seks değildi o gece, gülmek ve eğlenmekti. Birkaç yere uğradık ve şansımız yaver gitmedi, kimseyle tanışamadık. Son bir yere uğradık ve işte oradaydı. Mimar ve arkadaşı.

...

Hikayemi tam şu anda bu satırları yazarken hissettiğim bir şeyi paylaşarak bölmek istiyorum. Kafamda anlattığım şeyleri yazarken, olası diğer ihtimalleri düşünmek beni ürküttü. Yani "ya Hippiyle kız avına çıkmasaydık" "Hadi çıktık, ya ilk mekanda vazgeçseydik" vb. O gece yaşanan her şey sanki benim Mimar ile tanışmam için yaşanmıştı. O gece olabilecek diğer ihtimaller bu yüzden beni ürkütüyor. Aslında güzel bir ilişki yaşadığım için kendimi şanslı hissetmek istemiyorum. Çünkü kendini şanslı hissetmek demek, böyle güzel bir şeyi hak etmediğini düşünmek demek. Ben hak ettiğimi düşünüyorum, ama bir yandan da nasıl tanıştığımıza bakıyorum ve "Ne kadar şanslıyım lan" demekten kendimi alamıyorum. Afferin lan Hippi, sayende o son yere de uğradık.

...

Bunu Mimar'a söyleme gereğini asla duymadım. Çünkü fiziksel güzelliğin, çekiciliğe olan katkısı çok değil. Yani sik kafalı bir insansan eğer istediğin kadar güzel ol, çekici olamazsın. Ha bunu neden söylüyorum, çünkü bara ilk girdiğimizde ben Mimar'ın arkadaşına (Hadi ona da Persli diyelim, çünkü üzerinde pers yeşili bir kıyafet vardı) yönelmiştim (Persliye de sik kafalı demiyorum, lafı götünden anlamayın lütfen). Persli, Mimardan önce göze çarpıyordu. Daha sade giyinmişti ve daha belirgin hatları vardı. Yani Persli daha çekiciydi. Ta ki Mimar gülümseyene kadar.

...

(Ne diyor bu andaval, gülümsesem mi?
Bilemedim)
Biliyorum çok iyi bir hikayecilik anlayışı değil. Kendimle çelişiyorum ama arada düşündüğüm bazı şeyleri aktarmam gerek. Neden gülümsemenin önemli olduğunu belirtmezsem yukarıda yazdım son cümlenin hiçbir anlamı olmayacak sizin için. "Gülümsemesini mi sikeceğn?!" diyen biri bile bulunabilir orada. Ona kafam girsin.

Bilmiyorum hiç farkettiniz mi ama çok az kişinin gülümsemesi gerçek. Gerçek gülümsemelerin de hepsi güzel değil. Bazı insanlar öyle gülümsüyor ki, sadece dudaklarıyla değil, gözleriyle, duruşuyla, seni de gülümsemeye zorluyor. Baya bildiğin pozitif enerji yolluyor yani. Ayna nöronların istediğin kadar kötü olsun, bu insanların karşısında gülümsemeden durabilmen mümkün değil. Belki istemdışı da olsa seni gülümseten bu insanlar, yani mutlu eden bu insanlar, bence mutlu olmayı da hak ediyor. Bu işin romantik kısmı.

Böyle gerçek bir gülümseme, karşımdaki insanın ayna nöron antrenörlüğü dışında, bana başka şeyler de söylüyor. Mesela alçakgönüllü, samimi, ve dürüst olduğunu. Gülümsemeyi, bazı insanların yaptığı gibi, bir sosyalleşme aracı şeklinde kullanmıyor. Baya karakterinin bir parçasına dönüştürebildiği için bu kadar içten gülümseyebiliyor. Öperim

...

Bundan önceki birçok detayı anlatma sebebime geldik ufaktan. Mimar gülümsedikten sonra benim gözüm Mimardan başka bir şey görmemeye başladı. Elbette hayatta kalma içgüdülerim sürekli çevreyi kolaçan etmemi söylüyordu ama Mimarın gözlerinde daha çok duraklıyordum. Gerçi konuştuğumuz hiçbir şeyi hatırlamıyorum desem yalan olmaz. O kadar içkiden sonra hala konuşabilmeme şaşırıyorum şu anda. Ve bu şekilde ufak ufak Mimar'a bağlanmaya başladım.

İki hafta içinde yaşadıklarımızdan bahsetmeme gerek yok. Çok güçlü bir bağ oluşturmaya yetti. Aşık oldum lan resmen, ne bağı. Son dakikaya kadar yeri geldi sıradan şeylerden konuştuk. Yeri geldi, geyik yaptık. Ama o son dakika sikip attı resmen. Artık vedalaşmanın vakti gelmişti çünkü. Bir türlü vedalaşamadık, uzaklaşamıyorduk. Tekrar sarılıp, tekrar öpüşüyor ama düzgün cümleler kuramıyorduk. En sonunda şöyle bir fikir attım ortaya "Son defa öpüşelim, ama bu sefer gözlerimizi açmadan ikimizde arkamızı dönelim." Son defa öpüştük, sonra gözlerim kapalı bir vaziyette arkamı döndüm. Onu da merdivenleri koşarken duydum (gözleri kapalı nasıl koştu lan diye düşünmedim tabii, çok duygusal buralar). Ben bir iki gün içinde özlemeye başlarım diye düşünmüştüm. Öpüştükten sonra arkamı döndüm, ve gözlerimi açtığım da bıyıklı bir dayıyla öpüşürken buldum kendimi. Şaka şaka, gözlerimi açtığım gibi onu özledim. Hemen ya, hemen özlenir mi lan? Kafayı yedim. "Filmlerde buralarda ağlanıyor" diye tespitli, mizahlı bir şey bile düşündüm o anda, olayın vuruculuğunun farkında değilim. İki adım attım ve ağlamaya başladım, müstehak zaten bana amk.

Neden bu kadar ağır oldu biliyor musun? Çünkü onu bir daha hayatım boyunca görememe ihtimalim var, ve bu küçük bir ihtimal değil. Tanıştığımız için bunları düşünme fırsatım olmamıştı ama yazarken araya girerek belirttiğim gibi, aslında tanışmamız bile çok düşük bir ihtimaldi. O son bara uğramamız çok düşük bir olasılıktı aslında. Onların da, keza, orada bulunma olasılığını düşünmek gerek. Sadece karşılaşma da olabilirdi bu, tanışamayabilirdik bile. Bu kadar küçük bir olasılık gerçekleşti ama değil mi? Koskoca hayatlarımız tekrar kesişir mi? Ha ne dersin?


İhtimal deyince ilki gibi duygusal fotoğraflar çıkıyor. Olasılık deyince ikincisi gibi. Kelimelerle düşününce böyle işte
Mühendis kimliğimi bir kenara bırakmadan conventional anlamda duygusal bir adam olamayacağım.
Çünkü ihtimal gibi duygusal bir kelimenin yerine olasılık diyeceğim. Öyle mi?
Benim de duygularım var lan, sikerim

1 Ağustos 2013 Perşembe

Sen yokken güldürene sarıldım

Merhaba amcaoğlu,

Babuş, kaç gündür yalnız kalamadım biliyor musun? Yalnız kalmadıkça senin başına oturamıyorum. Hayır zaten kimse okumuyor, bari yazarken de okumasın di mi? Zaten ben bir şey yazarken birinin izlemesine hala alışık değilim. Biri izlerken birçok şey yapabilirim. Biri izlerken, sıçabilirim, uyuyabilirim, yemek yiyebilirim, şarkı söyleyebilirim. İzleyenin gözlerinin içine baka baka 31 çekebilirim, ama yazı yazamam.

Geçen günlerde çok şey yaşandı sevgili günlük, (Günlük lafı hep kafamı karıştırır. Günlük yazmak için her gün yazmak gerekiyor öyle değil mi? Ama bir kaç günde bir yazıyorsam, birkaçgünlük desem daha hayırlı olmaz mı? Ya da haftalık amınasiçikiiiim) burada başımdan geçen şeylerden de bahsediyorum ama kimse okumadığı için insanlara bir de ağızdan anlatıyorum yaşadıklarımı keriz gibi. Ama müzik öğretmeninin evinde kedinin kafasına şeyimi sürttürme hikayesine "Korundun mu?" diye tepki aldım. İşte ona çok güldüm.
"Çok güldüysen katanamın tadına bakacaksın köpek"

Yaşanan şeylerden birisi, bizim 3 silahşörü toplayıp (Komedyen, Şaklaban, Soytarı) saatler boyunca yaptığımız güldürenköy gezisiydi. Uykusuzluğun üstüne o kadar çok güldürenus takılınca insan mala bağlıyormuş hakikaten. Ya bizim şaklaban, ağızda toplanmış göçmen bakteriler kıraathanesinde oturan ve kafasına göze gidip lenste üremeyi koymuş bir bakterinin taklidini yaptı, sana o kadar diyeyim. Bunların ardından, çılgınlar gibi, güldürenköye yeni bir tur ayarlamanın peşindeyiz. Şoförümüz hazır, ama otobüs (boş ev) bulamadık. Beni takip eden varsa çağırsın lütfen bu akşam. Ahaha, biliyorum yoksun amk. Ama varsan ve "Ya şimdi yabancı insanları mı çağıracağım gül gibi evime" diye düşünürsen, evet haklısın. Evet tuvaletine fazladan 3 kişi sıçacak, evet yeri gelecek neye güldüğümüzü anlamayacaksın, ama inan çok samimi insanlarız. Neden samimiyiz biliyor musun? Çünkü biz bu özelliğin değerli olduğunu biliyoruz. Çünkü hayatlarımızın bir noktasında hepimiz samimiyetimizi topyekün kaybetmek zorunda kaldık. Sıfırdan bunu inşaa etmek zorunda kaldık, o yüzden kolay elde edilen bir şey olmadığının farkındayız. Ama gay değiliz. Ama benim gay arkadaşım da var, yanlış anlama.

En önemlisi Mimarla buluştum. Öyle bir konuşma yaptı ki kalbim sıkıştı. Aşka, sevgiye verdiğim son bir damla ihtimali kaybettim. İçerilerde gizli olan ve rol yapmadan, samimice sevebilen kısmım elimden kaydı. Yaşadığım acının yanı sıra kalbimin taşlaştığını hissettim. "Bana yetti, ben sıkıldım bir daha görüşmeyelim" dedi. En azından bu ayarda şeyler söyledi, ben öyle hissettim. Zaten hepi topu bir gün daha görüşeceğiz, onu da istemiyordu. "Ne gerek var?" dedi. Sonra "İyi bari bu mekandan kalkınca, vedalaşalım" dedim. Tuvalete girdi, ben de hesabı ödedikten sonra tuvalete girdim. Çıktığımda yoktu, kapının önüne çıktım orada da yoktu. Belki mekanda görememişimdir diye 4 kat gerisingeri yukarı çıktım, yine yoktu. Çok kırılmıştım, bu kadar mı istemiyordu yani. Resmen çekip gitmişti. Nereye yürüyeceğimi kestiremedim. Taksimde çok fazla içip, inanılmaz patates olduktan sonra, eve giden otobüse yürürken çektiğim çileye benzettim. En azından bu benzetmede gideceğin bir otobüs, gideceğin bir ev, ve seni iyileştirecek bir uyku var. Ama o anda öyle çaresiz hissettim ki gururumu ayaklar altına alıp telefona sarıldım.
Çok param olunca sana da uğrayacağım Zanzibar

Sonra bir sahne geçiyor kafamda, tekrar sarılıyoruz, tekrar onun sıcaklığını hissediyorum. Tekrar öpüşüyoruz, çok rahatlıyoruz. Bir sürü duygu aynı anda yaşanıyor, kırgınlık, pişmanlık, kızgınlık, sevgi, sıcaklık, sonsuzluk. Tam o sırada bir kadın geliyor... ve bize adres soruyor. "Hayal kahvesi neredeydi?" gibi bir şey. Ama yuh artık yani amk. Orada çok duygusal bir an yaşanıyor öyle değil mi? Bizi mi buldun lan adres soracak. "Şu çift çok hayal dünyasında gibi, bilse bilse bunlar bilir" gibi bir şey mi düşündün? Biz de "Bilmiyoruz" diyerek baştan savmak yerine keriz gibi adresi tarif etmeye, daha da önemlisi doğru tarif etmeye, hata yapmayarak kadını mağdur etmemeye kasarak adres tarif ediyoruz.

Araya çok yaşantı girince Günlük'e dönüşen bir Clark Kent gibisin sevgili Blog. "Az önce Günlük buradaydı Blog, onu yine kaçırdın!" Yaşadıklarımı yazma gereği duyduğumdan çok komikli şeylere giremedim. Komik olma kaygısını da çok yaşamadan yazmak istiyorum. Sonra yine alengirli tespitli konulara girerim, ya da girmem amk. Okuyan yok zaten kime hesap veriyorum. Ama okur her zaman haklıdır, bunları ben bile okusam kendimden özür dilediğim için mutluyum. Ehehe.

Al yazarken gördüm, al sana komikli korkunçlu şey.

Öpüyorebello