30 Eylül 2013 Pazartesi

Yazıdan bağımsız olmak isteyerek ayrı eve çıkmak isteyen başlık. Bakalım bu çabalarında başarılı olacak mı? Yoksa bunu zaman mı gösterecek? Özetle; şaşırtan, zıtlık gösteren bir şeyden başka nedir ki mizah? Kesinlikle bokunu çıkarmamaktır. Ama insan dediğin başlık kavramıyla da taşak geçebilmeli. Özür diliyorum bu yersiz hareketim için

Her günüm aynı olmaya başlayınca beynim stimülsüz kaldı. Tubitak'a orijinal stimül üretimi için başvurdum. Bakalım, yanıt bekliyorum. Biber gazından hemen sonra benimle ilgilenecekler. Bir de ÖSS, YGS, OKS ya da her neyse şu anki ismi, ona soruları hazırlamaları lazım bir ara. Vardı böyle bir geyik. Biri dalardı Tubitak'a "Deneyleri durdurun, bu sene sınav sorularını siz hazırlayacaksınız."

Bu arada yerli biber gazı üretimi beni biraz ürküttü. Baştan savma yapıp öldüreninden falan yapmasınlar bu gazın. Ya da artık "Biber gazını aslen Beşiktaş'da yiyeceksin. En güzel biberi orada atıyorlar. Buradakiler traş" noktasına mı geleceğiz? Bilmiyorum, zaman gösterecek.

Televizyonda "Fatih" isimli bir dizi gördüm. Yine Osmanlı. Ne büyük sektörmüş lan, yiye yiye bitiremediler ekmeğini. 600 sene oldu lan!?! Osmanlı ne olm? Osman ne ya? Bunlara bakıp bakıp "Ulan zamanında ne büyük memleketmişiz" diyerek şimdi yatış hakkı mı yaratıyoruz kendimize? Bence burada Osmanlı hanedanından gelenler İspanya'dan bir telefon açıp "Tamam, güzel günler geçirdik. Ortak geçmişimiz oldu, aklımda hep güzel kalacak bu ilişki. Ama hayatına devam etmelisin" diyerek bu kafayı bitirmekte önayak olmalı.
Gerçekten dönemin haritacılarını büyük zahmetten kurtarmışlar
Yalnız ne sikik renkler, gözüm kamaştı

Geçen yine eylemdeyiz, mesaj geldi polisten "Dağılın lan!"

Kendimi eğlendiremediğimi farkettim. Ne yapmam gerekiyor sevgili okuyucu bunun için? Depresyondayım, stres eniştem. Böyle espri yapınca eğlenmezsin tabii dediğini duyar gibiyim. Ama yorumlara duvar gibiyim. Bak yine

Küçükken çok eğlenirdim kötü espriden tiksinen insanlar görünce. Çünkü dünyanın en kaliteli esprisini yapıyorlarmışçasına aşağılıyorlardı kötü espriyi. Anında "ıyyy." Ama atlanılan detay o espriyi yapmak için kıvrak bir zeka gerekmesiydi. Kelimeler arası benzerlik kur ve hop "Aleksandır sik sallandır." Kötü espri deyince laf esprisi tabii ki. Çocukken yapılır elbet, espriye atılan ilk adım en nihayetinde ama yetişkin adama pek yakışmıyor. Aslında esprinin büyüsü, yapan kişinin çok eğlenmesiyle doğru orantılı. Keşke ben de bunu yapabilsem. Artık kıvrak zekamı takdir ettiğim espriler yapmıyorum. Ha 5-6 ay öncesine oranla daha çok güldürüyorum insanları (Street University, yo bitch), o ayrı. Bunlara çok kafa yormaktan dolayı olmuyor herhalde. Yormasam kendi kendimi eğlendirebilirdim. Ama dedik ya doğasında şaşırtıcılık, zıtlık var. E ben yaptığım espriye artık şaşırmıyorsam onun eğlenceli olduğuna kendimi nasıl ikna edebilirim? Üzerinde düşünmeyerek.

Çok hızlı tüketiyoruz, o yüzden tükeniyoruz. Hayatını tüketecek yeni ve farklı şeyler bulmaya adayan
(Bi susun amk)
arkadaşlarım var. Siz onları hipster diye biliyorsunuz.

Geçen yazıda sana söylemedim. "Bir kız hem tatlı hem seksi olabilir mi?" tartışmasında "Daha önce çok duydum bunu, başka konuya geçelim mi?" dediğimde "NE?!? Daha önce tartışıldı mı yani bu? Tamam o zaman hemen konuyu değiştiriyoruz" dedi kız. Başkasının yaptığı bir şeyi yapmamakta ısrar ediyordu. "Neden?" "Çünkü öyle." Bir başkasının başından geçti diye niye değersiz kılındı o muhabbet. Buradan sırf farklı olmak için farklı olanların yüzüne bir osuruk gönderiyorum.

Bu senin hayatın, sırf başkası yaşadı diye belli bir tecrübeden mahrum kalmamalısın.

Kozalanmak diye bir tabir varmış yeni öğrendim. Çok değil bundan 150 sene öncesine kadar insanlar müzik dinlemek için konsere gitmek zorundaydı. Veya kendisi çalmak. ("Ya bir ara gitar çalıyordum ama bıraktım" Marie Antoinette) Çok güzel bir şarkıyı bir hafta dinleyip eskitiyorsun ya, o zamanlar bir senfoniyi hayatında sadece 1-2 kere dinleyebiliyordu insanlar. 60 sene önce sinemaya gitmek zorundaydı. Bir şeyleri başka insanlarla birlikte takdir edebiliyordu sadece. Şimdiyse neredeyse tüm eğlence sektörünü bir tane mınakoyduğumun internet kablosuyla evine çekebiliyorsun. Yalnız başınasın zaten, takdir etsen n'olcak? Kim duyacak. Alkışlamak yerine retweet, like, share (İngilizcemiz gelişmiş tabii bu arada) gibi butonlar kullanıyorsun. He fena olmadı, ne öyle maymun gibi alkış falan. Bu yalnız kalma olayına kozalanmak diyorlar.

Ölmeden önce yapılacaklar listeme başladım galiba. "- Patlama izle ve - Patlamayı izleme, biraz cool ol. Görmediğin şey değil sonuçta" olası iki madde. Düşüneceğiz bakalım.

28 Eylül 2013 Cumartesi

Takılmaca



bu yazının şarkısı bu olsun

Kendi tepkilerimizi kaybedecek, unutacak, veya oluşturamayacak kadar çok film ve dizi izlediğimizi düşünüyorum insanlık olarak. Aşağı yukarı her durumda yüzümüzün alacağı ifadeyi başka birinin yüzünde gördük, aşağı yukarı her lafa verilecek cool bir cevap hazırladık (duyduk), birisiyle flört ederken nasıl bakacağız, birisine tiksintiyle nasıl bakacağız, üzgünken ellerimizi alnımıza nasıl koyacağız, sevinç gözyaşları nasıl yapılır, birisine samimiyetle teşekkür etmek ve çok umursamayarak teşekkür etmek nasıl olur, çaktırmadan ve çaktırarak bozuk atmanın metodolojisi açık ve net hafızalarda yerini aldı gerektiğinde kullanılmak üzere. Daha bir kere orgazm olmadan orgazm sigarası içildiğini öğrendik, ulan belki aslında canın çekmeyecek?

Eski zamanlarda hep daha samimi daha dolu dolu yaşandığına inanıyorum. Midnight in Paris'te gerçi bu konu işlendi herkes geçmişte hep bir şeylerin daha iyi olduğuna inanıyor, evet, AMA ÖYLE YANİ. Bir kere iletişim işi çok zor, birisinden uzaktaysan onu özlüyorsun. Şimdi ben bakıyorum da, o kadar az insanı gerçekten özlüyorum ki. Herkesin aşağı yukarı ne yaptığından haberim oluyor, hatta bazen keşke ölseydim de bu kızın şunu paylaştığını, şu çocuğun bu yorumu yaptığını görmeseydim diyorum. Az tanıdığım insanları daha fazla tanıyamadan önyargı sahibi oluyorum. Bir sürü şeyin sırf gösterilmek üzere yapılması ve bunun samimi olduğum insanlarca da yapılması inanılmaz sinir ediyor artık. Mesela geçenlerde bir arkadaşın havuzuna gittik, hava aslında bayağı soğuktu, havuza girenlerin kıçı dondu, aslında inanılmaz az eğlenildi toplam geçirilen zamanda, ama fotoğraflarımıza bak, wohooo par-taaay ^_^ Ben mayomu bile giymedim hava buz gibi diye, "kremaaaa şöyle de çek, kremaaaa bak üç kişi kule yapacağız hadi sakın kaçırma" eh be dedim krema kadar başınıza taş düşsün. Konuyu dağıttım ama öyle yani, sizin de arkadaşlarınız öyle biliyorum.

İnsanın hayatında yaşadığı büyüüüük acılar çok olmaz herhalde. Benim de çok değil; ama dedem ölmüştü 4 sene önce o zaman hanyayı konyayı görmüştüm lan insan ne boktan şeylere kafayı takıyor, böyle cidden boku yediğinde anlıyorsun. Ben dedemin öldüğünü onların eve girince kapıdan çıkan babamın kuzeninden duydum, o ana kadar hasta sanıyorum, adam "başımız sağolsun" filan dedi, bal gibi duydum ne dediğini, güzelce bir iki milisaniyede compile ettim; ama çok film dizi izlemişim ve oradaki drama şöyle bir şey yakışır diye düşündüm: "anne, doğru mu duydum, ne diyor x abi, anne doğruyu söyle bana..." gibi bir şey. Nitekim dedim ve annem "gir içeri" diye beni iteledi, haklı kadın. Derler ya ciğerimi sökseler daha iyiydi, aylarca ruh gibiydim, hayatta ilk defa çok sevdiğim birisini kaybediyorum, ne yapacağımı bilemiyorum filan. Ama işin bir de drama queen krema hanım yüzü var, çok utanç verici ama anlatacağım artık battı balık yan gider.

kadın tam olarak böyle yiyordu tavuk budunuBen şimdi önceki gece muhtemelen sevgilimle mi konuşuyordum ne, sabaha karşı 4'te yatmıştım, sabah 7 gibi telefon geldi gittik dedemlere. Haliyle bok gibi uykum var aslında, ama canımın acısı bir yandan bastırıyor, bir yandan da dedem ölmüş, benim şu an uyumam ne kadar ayıp, benim şu an yemek yemem ne kadar ayıp filan diyorum içimden. Şunun ayırdına varamadım o vakit, uyumam onu daha az sevmem veya az üzülmem veya umursamamam anlamına gelmiyor, sadece uyumam gerektiği anlamına geliyor. Drama queenlik, o filmlerden dizilerden oyunculardan gördüğüm mimikler, duyduğum laflar benim doğallığımı alıp götürdü o gün, ben ben olamadım. Mutfakta mesela bir akrabayı ağzına kocaman bir tavuk budu tıkıştırırken görünce sinirlenmiştim. "BENİM BURDA DEDEM ÖLMÜŞ, KADIN YEMEK DERDİNDE AMK!!!1" gibi isyan ettim filan. Halbuki bir şey yok yani kadın acıkmış yani normal. Mesela geçen sene teyzemin ikizleri oldu, her anne gibi o da çok sevinçli, duygulanıyor da bir yandan, böyle bebeklere bakarken gözleri doluyor, yok işte odada yalnız kalınca "Sizi hiç yalnız bırakmayacağım, çok seveceğim, anneniz sizi hep koruyacak" filan diyor. Çok tatlı. Ama öte yandan bir diğer anne, babamın anneannesi, köy evinde herkes tarladayken kendi kendine doğum yapmış, sonra da eve gelen giden olur diye olası misafirlere EKMEK PİŞİRMİŞ YA. Yoğurmuş, mayalamış, odunla ocağı yakmış filan pişirmiş. O arada birkaç saatlik bebek de var ortamda. Şimdi bu anne çocuğunu güncel anne kadar sevmiyor mu? Elbette ki seviyor. Ama hayata dair pratik kaygıları, sorumlulukları da var. Hayatta romantizme o kadar da yer yok demek ki bazen. O kadar da film annesine maruz kalmamış, harbiden evde ekmek yok diye kalkıp ekmek pişiriyor. Diğer anneler siz hala bacak kadar çocuğunuz 3 yaş sendromunda, asi oldu diye psikologa gidin. Çünkü problemler hep psikologla çözülmelidir.

Geçenlerde sevgilimle çok ciddi şeyler konuşuyoruz ilişkimize dair. Hayvani ciddi konular öyle böyle değil. Ama alışkın değiliz şimdi bu mevzulara girmeye, ve ikimiz de dramatik havaya giremedik. Çünkü bir kere gündüzdü, çay içip tost yemiştik. İnsan az önce ağzından uzayan kaşarı toparlamaya çalışırken bir anda "Evet Âdnân, ilişkimiz, aşk, meşk, ciddiyet" diye höt höt konuşamıyor. O yüzden ikimizi de aptal bir gülme aldı, konuyu toparlayamadık saatlerce. Halbuki, gece olsaydı, biraz içmiş olsaydık, sokak lambasının ışığında veya mum ışığında konuşuyor olsaydık, fonda bir müzik olsaydı filan ayrılmış olabilirdik adeta şu an ânın romantizminden, dramından.

Aslında var ya tamamen başka bir şeyler anlatmak için başlamıştım bu yazıya. Ama annem filan girdi çıktı odaya, zil çaldı, arada yemek yedim. Unuttum hep. Bir de aileden çok örnekler vermişim. Bundan sonraki yazacağım bütün kişi ve kurumlar hayal ürünü olacak, bu ne ya bokunu çıkarmışım.

27 Eylül 2013 Cuma

Huzursuzluk


“Şeyi ne yapıyoruz?” soru cümlem var benim. İçinde bulunduğum anın huzursuzluğundan kurtulmak için, sanki bir anda harekete geçilecekmişçesine, sorarım bu soruyu. Ki kendisi beni daha derin bir huzursuzluğa iter çoğu zaman. Çünkü hakikaten o şey için yapılacak hiçbir şey yoktur. Hatta ortada yapılacak bir şey bile yoktur. Aslında o soruyu sorarken çok küçük bir an için bile olsa harekete geçebilmenin gücüne o kadar inanırım ki saniyeler içinde çok ciddi belgelerin imzalanacağını, büyük ihalelere girileceğini, kazandığımız milyon dolarları sayarken ellerimizin terleyeceğini, çok yorulacağımızı, ama onun tatlı bir yorgunluk olduğunu da bakışlarımızla birbirimize hissettireceğimizi bile düşleyiveririm. Bir de niye o kadar parayı elle sayıyorsak, o huzursuzluktan kaçma anında bile bir sonraki huzursuzluğun boyunduruğu altına sokuyorum kendimi. Neredeyse “abi şimdi yatalım, sabah erken kalkıp sayarız” gibi yalan olacak bir teklifi nasıl savuşturacağımı düşünüyorum yani o derece.

Ayrıca öyle büyük bir meblağı elle saymak konusuna değinmişken geçen gün okuduğum bir haber üzerine kafamda canlanan manzarayı paylaşmadan da geçemeyeceğim sizlerle, çünkü bir an, paylaşmazsam bu yazıyı yayınladıktan sonra huzursuz olacağımı hissettim. Haber Nokia'nın 7.2 milyar dolara Microsoft'a satıldığını bildiriyordu biz tüketicilere sanki çok umrumuzdaymışçasına. Sanki asgari ücretin biraz üstü bir paraya çalışıp da iki maaşına denk gelen bir adet Nokia marka akıllı telefonu henüz satın almış bir emekçi kahvede keyifle çayını yudumlarken bir anda bu haberi duyacak ve dünyası başına yıkılacak. Hatta bir adım ileri gidip elindeki telefona yerinerek bakacak ve sitem edecek “satılmışsınız hepiniz, yazıklar olsun!” Huzursuzluk öyle bir şey işte, insanı nerede, ne zaman yakalayacağı belli olmaz. En mutlu anınızda sinsice giriverir kafanıza. O emekçi kardeşimizi huzursuzluğuyla başbaşa bırakırsak asıl konumuza dönebiliriz. Nokia'nın Microsoft'a satılması durumunun kafamın içindeki tezahürüydü asıl konumuz, biliyorum unutuverdiniz geldiğimiz şu noktada, sıkıntı yok, huzursuz olmadım, neyse ki ben unutmamıştım. Şimdi bir grup sarışın, Finli yağız delikanlı lacileri çekmişler büyükçe bir toplantı salonunda Microsoft temsilcileriyle görüşme halindeler. Çocuk evlendirecekleri için belli bir masrafları varmış da ihtiyaçtan sattıklarını yoksa çok memnun olduklarını falan anlatıyorlar Nokia'dan. Pazarlıktı, fiş almasaktı falan derken en son 7.2 milyar dolara bırakıyorlar Microsoftçu dayılara. Onlar da yanlarında getirdikleri çantalardan usul usul yığıyor 7.2'yi masaya. İçlerinde hafif mahalle delikanlısı havasında, iş bitirici tipler de var tabii bunların. Bunlardan biri arada atlıyor ve şöyle diyor: “biz saydık ama, siz de bi sayın isterseniz.” Sonra garibim o sarışın, efendi çocuklar günlerce o parayı sayıyorlar o odada. Neyse ki soğuk iklimin insanları oldukları için sulu şakalar yapan bir tip çıkmıyor içlerinden ve hesabı kaçırmadan, başa dönmeden sayıyorlar meblağı. Para da tam çıkıyor ve bir huzursuzluk çıkmıyor en nihayetinde.

Aradan neredeyse bir ay gibi bir süre geçiyor ve ben bu yazının başına an itibariyle geri dönüyorum. Huzursuz oldum çünkü, dönüp de devam edemedim yazıya bir türlü. Kötü mizah başlığı altında bir uyuşmazlık yaşadım kafamın içinde uzunca bir süre. Uykusuz ya da Penguen gibi bir dergide okuduğum iki ayrı yazı başlatmıştı kafamın içindeki bu uzun sorguları. Yazarın biri oruçluyken yanında oturan bir adamın bir bardak su içişini paragraflarca anlatmıştı yazısında, tam da ortaokul mizahı kafasıyla yapmıştı bunu, zaten bir adım sonrası da Şafak Sezer filmi kategorisine tekabül ediyordu. Diğer bir yazar da o kötü yazının belki de onda biri kadar bir yazı yazmıştı meyve sebze ile beslenen sakin bir müslüman aleminin domuzla beslenen hırslı hristiyan egemenliğiyle baş etmekte zorlanacağını anlatan. Tek kelimeyle mükemmel bir bağlantı çekmişti doğu-batı meselelerine yemek muhabbeti üzerinden. Gerçek bir mizah duygusu vardı işte o yazının içinde. Kaliteli bir iş yapılmak isteniyorsa eğer o duygu yakalanmalı bir noktada. Kötü mizahın vereceği huzursuzluk duygusunu hasbelkader yazısını okuyan bir insana yaşatma lüksü olmamalı bir yazarın. Yazıya dönüp baktığı anda oradaki huzursuzluğu görüp çıkarmalı. Ya da dürüst ve samimi olmalı, “Hacıto, bak bunu okuyorsun ama şöyle bir huzursuzluk kaygısı da yok değil içimde” diyebilmeli okuruna. En azından kendini geliştirme yolunda ilerleyen bir yazar için olmazsa olmaz bir kaygıdır, sorgudur bu kanımca.

Daha fazla uzatmamak gerektiğine olan inancımın ağır bastığı saniyeler... Burada sizlerle paylaşacağım bu ilk yazıyı belirli huzursuzluk süzgeçlerinden geçirmek durumunda kaldım. Böyle huzursuz bir adamım ben işte. Daha büyük huzursuzluklarla, daha iyiye birlikte ulaşmak dileğiyle...

Bu arada, şeyi ne yapıyoruz?

Biraz Üç


N'aber?

Hemen senle yakınlarda gittiğim bir Bulgaristan köyünün kınasında gördüğüm çocuğu paylaşayım.

Çocukken ben de böyleydim biliyor musun? Sürekli hayali insanları döverdim

Artık üşenmeye bile üşenecek, ertelemeyi bile erteleyecek hale geldiğim şu günlerde olayı sonbahar tribine bağlayarak kendimi rahatlattım. İnsanın hayatı boyunca havalardan konuşmayı bırakmayacağını farkettin mi? Bıkmıyoruz lan resmen. Dün mesela "Bir kız hem tatlı hem seksi olabilir mi?" başlıklı bir konuşmaya şahit oldum. Canım çok sıkıldı biliyor musun? Seks tatlı bir şey midir?

Hemen cevabını vereyim. Geçen threesome yaptım. Daha önce iki kadınla beraber olmuştum, o gerçekten çok güzeldi, benim açımdan çok tatlıydı. Ama bu sefer bir kadını bir erkekle paylaştım. Ve inan bana hiç tatlı değildi. Arkadaşın bana dediği şu "Anı oldu." Affedersin ama evlenip barklanıp iki aile şeklinde buluştuğumuzda "O gün nasıl s.klerimiz çarpışmıştı" mı diyeceğiz? Öyle bir şey olmadı lan bu arada, ama olabilirdi yani. Sonra aklıma bir gün kız babası olma olasılığı geldi. Üzerine titriyorsun ilk birkaç sene. Hastalanınca uykularından oluyorsun, rahat etsin diye çok çalışıyorsun. Sonra iki adam içip içip çatır çutur kızını... Neyse, unutalım bunları.

Sarhoş bir adam bindi geçen otobüse. "Eyübe kadar gideceğim bir sakıncası yok di mi?" diye sordu. Gerçekten böyle bir komün hayatı olsa nasıl olurdu otobüslerde? Otobüsteki yolcu sayısı arttıkça demokrasi giderek zorlaşıyor gibi. Her durakta daha çok oyalanıp daha fazla muhakeme yaparız gibi. Başlarda herkesi alırken bir süre sonra beğenmediğimiz insanları otobüsten kovmaya başlayabilirdik yenilerini alabilmek için. Bazılarının ne kadar yırtıcı olmasıyla alakalı otobüste kalma süreleri o kadar uzayacaktı belki de. Belki de çok otobüse biniyorum bu aralar.

Fransızca öğrenmeye çalışıyorum bu aralar. Şu programı kullanıyorum. Tabii ki bedava, kıppssss. Bir ara fransız bir kız arkadaşım olmuştu, o sıralar çok az öğrenmiştim. O çok az bilgi boşa gitmesin diye dilin tamamını öğrenmeye kasıyorum şimdilerde. Hangi fransıza sorduysam istisnasız "Neden fransızca?" diye soruyorlar. Hepsine "car en raison de l'âne bite" diyorum. Gerçekten katıksız bir gerizekalı olduğum için olabilir mi? Yok lan güzel dil. Ama en çok fransızca biliyorum diyerek ortalıkta gezinen çakma entelleri göt etmek istiyorum. Şimdilik yanımda fransız gezdiriyorum "Al sana fransızca, biliyorum diyordun ya göt" diyerek uzatıyorum fransızı adeta bir mikrofon gibi. Sahneye çıkmış amatör komedyen gibi kalıyorlar (Hehe, resmen mesleki deyim yarattım)

Kafam durdu, hep sonbahardan. 

25 Eylül 2013 Çarşamba

İki Farklı Kişinin Aynı Kişi Olması Durumu

Çok değerli bir arkadaşımın bir teorisi var zaman üzerine. Teoriyi tam hatırlayamamakla birlikte teorinin ikinci dereceden üzerinde durduğu şeylerden biri, bir kişinin çok kısa bir zaman diliminde bile başka bir kişi olduğuyla ilgili. Mesela bir saniye sonra bir kişi aynı kişi olmuyor. Çünkü bir kişiyi tanımlamak için çevrenin o kişi hakkındaki düşünceleri gereklidir. Bir kişinin kendi kendini anlatması o kişinin x=x demesi gibi bir şeydir. Burada o kişiyi zaten bilmediğimiz için x bize yabancı bir ifadedir. Bize x=y+z+a+b… gibi bir tanımlama lazımdır. Bu “y,z,a,b” gibi değişkenler çevrenin x'i tanımlamasıdır. Her harf bir tanımlayıcıyı sembolize eder. Buna, eğer x türkse, “Türkler hala fes takıyorlarmış” gibi şeyler de dahil. Yani olup olabilecek bütün x’e dair tanımlar. Birbirinden farklı tüm bu ifadelerin toplamı x’e eşittir. Bir tanesi değiştiğinde o kişi de değişmiş olur haliyle. Değişmemiz için bir saniye bile yetebilir. Bu durumu daha iyi kavramak ve yazının başlığının yerini bulmasını sağlamak için benim beş yıl sonraki kendimle, dün gece olan bir sohbetimi inceleyeceğiz.

Konuşma

04 Nisan 10

Akşamüstü odama girdiğimde karşımda kendim duruyor. 8,5 saniyenin içinden uzun bir süre “İşte sonunda birisi şekil değiştirme özelliği kazanmış” diye düşündüm. Kalan kısmıyla şöyle düşündüm “İşte sonunda insan klonlaması başlamış.” Tabii bu düşüncelerin içinde “Neden beni klonlasınlar ki?” şeklinde ve benzeri ikincil düşünceler de geçmiyor değil. Tam zamanda yolculuk olasılığını düşünmeye başladığımda nihayet konuşuyor.

“Murat” diyor. “Ben 5 yıl sonraki senim. Bana sadece bir tane evet/hayır sorusu sorma hakkın var. Cevap verdikten sonra gideceğim. Bu soruya cevap vermenin dışında artık konuşamam.”

Bunları söyledikten sonra susuyor. Kendisine bir sandalye çektikten sonra oturup beni izlemeye başlıyor. Aklımda; kötü arkadaş şakası, kamera şakası, halisünasyon, rüya, psikoloji deneyi, zehirlenme gibi olasılıklar var. Kusmak istiyorum.

“Bunun bir düzmece olmadığını nereden anlayacağım” diyorum. 

Susuyor ve beni izlemeye devam ediyor. Yüz ifadesinde bir değişiklik yok. Ayağa kalkıp omzundaki beni gösteriyor. Bendekinin aynısı. Sonra yerine oturuyor. Sanırım inanıyorum. Bir süre ben de onu izliyorum. Yavaş yavaş komplo teorileri buzlu camın arkasında kalmışlar gibi bulanıklaşıyorlar. Gerçek olmaması halini artık düşünmeyerek kendimi bu ana bırakıyorum. Ancak hala 5 yıl sonraki kendimin yüzüne bakamıyorum. Kendinizi izlerken kendinizin sizin yansıma hareketlerinizi yapmaması gerçekten çok ilginç bir durum. Yıllardır aynalara bakmaktan olsa gerek kendimi dışarıdan izlemeye alışık değilim. Hoş biraz değişmişim, o ana kadar kendimi incelemediğimi fark ediyorum. Saçlarım biraz daha seyrek, bakışlarım sertleşmiş, sesim toklaşmış, oturuşum değişmemiş, hoşuma gidiyor beş yıl sonraki halim.

Yavaş yavaş duruma adapte oluyorum. Bir tane evet/hayır sorusu. Düşünüyorum, çok zor, sorulacak çok şey var, ama neredeyse hiçbiri evet/hayır sorusu değil. Bir kısmı evet/hayır sorusu olsa bile cevapla yetinmek çok güç. Ne demeli?

Beş yıl sonraki halim bu olsa birkaç gün soru sormazdım herhalde


“Aklımda tonlarca soru var abi” diyorum. Kendime abi diyerek dünyada yaşayabileceğim en ilginç anı yaşıyorum. Kafamda ki soruların çoğu zamanda nasıl yolculuk yaptığıyla ilgili. En gereksiz sorular gerçekten en fazla kafamı kurcalıyor.

Bakışlarını benden kaçırıyor. "Bir" yapıyor işaret parmağını havaya kaldırarak. Kafam biraz daha hızlı çalışmaya başlıyor, gereksiz detayları attım kafamdan, kendimi iyiden iyiye bıraktım bu konuşmaya, bu saatten sonra yalan veya gerçek fark etmiyor.

“Hep daha mutlu olmaya çalışıyorum. Mutlu olup olmadığıma dair bir soru sorabilirim” diyorum.
Aynı ifadesiz bakış, sanırım beni herhangi bir şekilde yönlendirmemeye çalışıyor.

“Sana herhangi bir soru sorduğumda dürüst olacağına dair herhangi bir şey söylemedin. O halde yalan da söyleyebilirsin. Eğer sana mutluluğumla ilgili bir soru sorarsam. Mutluysan ‘evet’ diyeceksin, mutsuzsan belki de hayatımın kötü etkilenmemesi için yine de ‘evet’ diyeceksin. Ama ben senden ‘evet’ cevabı aldığım için mutlu olmaya çalışacağım sürekli ve mutlu olmam gerektiğini hissettiğim, mükemmeli aradığım için yine mutsuz olacağım. Değişen bir şey yok. Eğer mutsuzsan, bir şeyleri değiştirmem için ‘hayır’ diyebilirsin. Ama ben bir şeyleri değiştiremeyeceğim için yine mutsuz olacağım. Zamanda yolculuk yapabildiğine göre, zaman düz bir doğru. O halde değişmeyecektir. Mutlu olup da ‘hayır’ demezsin diye düşünüyorum, eğer kendimi biraz tanımışsam. Dersen de zaten yine mutsuz olurum. Demektir ki ben bu soruyu sorduğum zaman mutsuz olacağım, cevabından çok etkilenebilirim. Bu soruyu sormayacağım.” 

Bu duruma ısınmaya başlıyorum.Karşımdakinin yüz ifadesi hala değişmedi. Biraz rahatsız oldum. Aklımda hala sorular uçuşuyor.

“Çok detaylı şeyler sorabilirim. Mesela hiç âşık olup olmadığıma dair, ama bunun cevabı diğerinin aksine hiçbir şekilde hayatımı etkilemeyecektir. Issız bir adaya düşmediğim sürece illaki birine aşık olacağım. Platonik veya değil bu değişmeyecek. Hatta ıssız adaya düşsem bile, denize falan aşık olurum.” Şizofren gibi hissetmeye başladım. Kendi kendime espri yapıyorum.

Hala yüz ifadesinde bir değişiklik yok. Bari esprime güleydin.

“Mesela şu an ki yaşamını özleyip özlemediğine dair bir soru sorabilirim. Ama bu da elbette çok saçma olacak, tabii ki özlüyorsun, daha az sorumluluk var, sevdiğin herkese daha yakınsın. Cevabın yine evet olacak.”

Susuyor. Soru sormamaya özen gösteriyorum. Hiçbir cümlemde evet veya hayır diyebileceği soru yok.

“Amaçlarına ulaşıp ulaşmadığını sorabilirim, ama şu anki amaçlarım senin zamanında ya çok önemsizler, ya da şu anda başka amaçların olduğu için soruya yanlış cevap verebilirsin.”

Bu şekilde birkaç soruyu daha, gereksiz olduğundan veya beni kötü etkileyeceğinden çürütüyorum.

“Burada asıl problem hayatımın ne derece etkilenmesine müsamaha gösterebilirim. Soracağım soru…” derken birden aklımda bir ışık çakıyor. Zaman doğrusaldır diye kendim söylememe rağmen bunu fark etmemiştim.

“Sen” diyorum “yani ben” heyecanlanıyorum. “Bunu daha önceden yaşadın, ama bu sefer soruyu soran sendin” diyorum “yani ben.” Bunu nasıl daha önceden düşünemedim. “Yani” diyorum “sen bu soruyu ve cevabını önceden biliyorsun.” Düşünceler kafamdan ışık hızıyla geçiyor, domino taşları gibi biri diğerini tetikliyor adeta. Bu döngünün zamanın dışında kaç kez gerçekleştiğini düşünmeye çalıştıkça midem bulanıyor. “Görüyorum ki, sen sorduğun sorudan sonra, yani ben, çok da değişmemişsin. O halde soracağım sorunun önemi nedir ki? İfadesizliğinden de bunun gayet sıkıcı olduğunu düşündüğün anlaşılıyor. Paralel evrenlerdeki bütün Muratların yükünü kaldıramam ben. Hem hayatımı ne kadar etkileyebilirsin ki?”

Konuşmamakta ısrarcı. Kararımı verdim. En sonunda sorumu soracağım. Gitmesini istiyorum.

“Gitmek istiyor musun?”
“Evet!” Sesi isyankâr gibi çıkıyor. Sonrasında gözden kayboluyor. Bitti.

05 Nisan 10

Murat ertesi sabah uyandığında bu konuşmaya dair hiçbir şey hatırlamıyor. Hayatına kaldığı yerden devam ediyor.

04 Nisan 15

Nihayet konuşma bitti. Bunu daha fazla kaldıramazdım. 5 yıl öncesinde nasıl bu kadar ukala ve kendini beğenmiş bir insanmışım hayret ettim. Kendime o kadar çok güvenmişim ve aynı zamanda güvenmemişim ki. Kendimden bile bir şey öğrenmeye yanaşmıyorum. Bugüne kadar hayatımda çok yanlış adımlar attım. Bunları engellemek ve 5 yıl önceki kendimi daha iyi bir yola sokmak için türlü ayarlamalar yaptım(bu ayarlamalar başka bir maceranın konusu, henüz yaşanmamış bir maceranın). Ama bu kadar bencil olduğumu bilseydim zahmete bile girmezdim. Nasıl da sanki ona oyun oynuyormuşum gibi verebileceğim cevaplar üzerinden çıkarımlar yaptı ve nasıl da hiçbir şey öğrenmeyerek bu konuşmayı bitirdi. Hele tüm bunların daha önce yaşandığı üzerine olan düşüncesi... Şimdi daha net hatırlıyorum, 5 yıl önce bu akşamı hiç hatırlamıyordum, hatta ertesi gününde ‘hiç alkol falan olmadan nasıl böyle oldum?’ diye kendime sormuştum. Zaten sabah kalktığımda bu konuşmayı hatırlıyor olsaydım bile hayatımda hiçbir şey değişmemiş olacaktı, çünkü hiçbir şekilde bir şey öğrenmeye yanaşmamışım. Ama artık daha net görüyorum, bu konuşma 5 yıl önceki kendime bir çeki düzen vermek için değildi. Şu anki kendime bir çeki düzen vermem içindi. Artık herkesten ve her şeyden bir şeyler öğrenebileceğimin farkındayım. 5 yıl önceki Murattan bir şey öğrenemeyeceğimi düşünüyordum, ama şimdi daha iyi görüyorum ki ondan bile bir şeyler öğrenebilirmişim. 5 yıl önceki kendimden bir şeyler öğrenemeyeceğimi düşünürken bile aslında aynı ukalalığı üzerimde taşıyormuşum. Silkinip kendime gelmem gerek. Her insan hata yapabilirmiş cidden, ama böyle bir fırsatı kaçırmak düpedüz dangalaklık. Neyse bir duş alayım.

Sonuç

Buradan da anlayabildiğimiz gibi, bir insan cidden bambaşka bir insan olabiliyor. Hikâyemizdeki Murat, yani ben, 5 yıl zarfında çok az değişmişti. Ama 5 yıl önceki Murat ile yaptığı konuşmadan sonra, o gece olağanüstü bir değişim geçirdi. En başta değindiğimiz teoriye şunu ekleyebiliriz. Bir insanın kendini tanımlaması artık x=x değildir. Farklı bir zaman diliminden olan 5 yıl sonraki Murat'ın tanımlaması da artık x=y+z+a+b… değişkenlerine eklenen yeni bir tanımlamadır. Tüm bu değişkenleri kısmen kavrayan 5 yıl sonraki Murat'a x1 dersek. x1 kısmen x'e eşittir diyebiliriz. Zamanda yolculuk olduğu zaman insanların kendilerine olan borçlarını ödeme fırsatı doğar. Bu borç kendilerini tanımasıdır.



Not1: Bazı yazım hatalarını düzeltmek dışında olduğu gibi koydum. Niye gaza gelip yazdığımı hatırlamıyorum ama o zamanlar hayattaki tek amacım insanlara değişik sorular sormaktı. Bu sorulardan birisi de "5 yıl sonraki kendin gelse ona ne sorardın?" gibi bir şeydi. O soruya aldığım cevaplardan derledim akla ilk gelen soruları. Biliyorum mülakat sorusu aslında, ama hoşuma giden bir kurguya dönüştü. "5 yıl sonra kendinizi nerede görüyorsunuz?" gibi sıkıcı değil. 

Not2: Senelerdir ısrarla düzeltmediğim yazım hatası "domino taşları" yerine "dinamo taşları" dememdi. Sonra pizza yiye yiye bu hatamı düzelttim.

Not3: 2 seneden az kaldı zamanda yolculuk yapmama. Hadi hayırlısı

20 Eylül 2013 Cuma

Bütün Arkadaşlarım Okulda, İşinde, Gücünde. Çok Yalnızım :(

Hello kittyler. Çok durağan bir hayatım var bu sıralar. Okulum bitti, işsizim, ne yapacağımı bilemiyorum. Murat'çım kusura bakma kuzum komik değilim bu ara ama "ne zaman yazacaksın" filan o kadar çok dedin ki, sırf gül hatrın için bu, seni unutmadım, çok seviyorum manasında. Silebilirsin yani bu yazıyı filan kıpss.


İnsanın HER şeyi yapabilme olasılığının olması HİÇBİR şey yapmamakla sonuçlanabiliyor. O sebeple gündüzleri 11:00'de Kuzey Güney'i, 14:30'da Çemberimde Gül Oya'yı, o bitince de Kayıp Şehir'i izliyorum. Akşamları kirvelerle evin alt tarafına yeni açılan çay bahçesi gibi kıraathane gibi bir yer var oraya gidip full batak, king filan atıyoruz. Geçenlerde çok pis ellerine verdim 3-5-8'de, sonra eşli batakta da eşimlen iyi koyduk, tam bir günah gecesiydi. Başından sonuna emek verip zaman ayırıp çok az dizi izlemişimdir ama boşluktan Kavak Yelleri'ni bile izlediğim oluyor bazen. Geçenler'de Gülben programını izledim, Ev Hanımlığı 101 gereği diye düşündüm. Bir programa bakarak genelleme yapacağım ama hacılar bizi salak sanıyorlar kesin. Doğan Cüceloğlu-Gülben Ergen kombosuna denk gelirseniz sıkın dişinizi, 10 dakika filan dayanın, insan ülke gerçeğiyle mi yüzleşiyor desem artık ne desem ne olsa yani. Çok akıllı olsan bile aptal olursun, o derece sentetik, weirdo sohbetler. Çiçek eken adamın çiçeklerle kafayı bozması. Koskoca profesör olmuş tıp doktorlarının "yoğurdu evde yapıyorsunuz ok, ama sütü nereden alıyorsunuz, işte bu çok önemli" ile "pekmez kan yapar"dan ileriye gitmeyen über muhabbetleri...

Dedim olmaz böyle ben kafayı yiyebilirim yani bu şekilde. İnternetten kültürel haklar bilmemne kitapları aldım, okuyorum IQ'um yükseliyor yine yavaş yavaş çok şükür.

Geçen hafta bir fal öğrendim, adı aces up, bilen bilir, bilmeyen de bulaşmasın. Aşşırı bağımlılık yapıyor. Kaç gündür başımı kaldıramadım boktan faldan allah belasını versin.

Babaannemi hatırlıyor musunuz, beni banyoda 6-7 saat başıboş bırakan hanımefendi. Babaannem çok tontiş, şeker, ağırbaşlı, emekli ve yaşlı olduğu için yazlıkta takılıyor iyice kış gelene kadar. Ben komşularıyla bütün gün dizim belim konuştuklarını sanıyordum, ama geçen gün telefonda şöyle bir şey anlattı: Bir tane komşusu var M teyze, bu kadın çok cindir, hazıra konmayı filan aşşırı sever. Dedem ölünce babaanneme eve çıkalım mı seninle dediydi hahaha, yaşlar 75, M teyze daha da büyük. Neyse bu kadın cin. H teyze var safçana bayağı. Çocukları H'ye cep telefonu almışlar ama kullanmayı bilemiyor, aranınca cevap veriyor, tek tuş kullanıyor yani telefonda. M ile babaannem kapının önünde otururken, H'yi arıyorlar abi karşıdan da görüyorlar H'yi, M sesini kalınlaştırıyor, H'ye "benimle evlenir misin H" diyor hahhaa bu ne lan? Sonra garibim H gelip anlatmış "komşular ya çok acayip bir telefon geldi" diye.

Bir sigaraya çıkıp geliyorum. Yakında zaten tütüne verdiğim vergileri protesto etmek için bırakacağım. Yersen.

16 Eylül 2013 Pazartesi

60 Yıl Sonra

        Uyandım, göz kapaklarımdaki kendi üretimim ucuz yapıştırıcıyı temizlemek için tuvalete yöneldim. Aynaya baktım, tam olarak 43 tane kalan beyaz saç telimden 2 adet daha eksilmişti ki ortalama buydu. 84 yaşında ölümle olan randevusuna geç kalmışlık korkusuyla ve "ulan biraz daha zamanım ve gücüm olsaydı keşke" sitemleri arasında güne başladım. Tuvaletin ışığı geceden açık bırakılmıştı. Benim gece uyanıp tuvalete giderken sağa sola çarpmamam için açık bırakılıyordu. Bende her seferinde tuvalet diye suratlarına işemeyeyim diye ışığı görünce sevinip doğru tarafa gittiğim için rahatlıyordum. Belli bir yaşa eriştikten sonra ışığa yöneliyor insan şaka değil yani. Işığı görünce inanılmaz bir güven duygusu kaplıyor içimi ve kelebek gibi gidiyorum ona. Neyse bugünde ölmediğimden emin olduktan sonra salona yöneldim. Manyak gibi sabahın 6'sında uyandığım için herkes uyuyordu tabi. Güç bela televizyonu açtım. Son 8-10 yıldır bunu bir başarı olarak görür, parkta yaşıtlarımla birbirimizi hiç anlamadan bağrıştığımızda anlatır onları kıskandırırdım (umarım kıskanacak kadar duyuyorlardır. Malum çoğu kendilerine bir işitme cihazı şirketinin sponsor olacağına o kadar inanıyordu ki para verip almıyorlardı). Beni hiç alakadar etmeyen birkaç haberi dinleyip garip sesler çıkardım. Ardından 3 yıl önce yayından kaldırılmış bir dizinin bilmem kaçıncı tekrarıyla konuştum (yine hiç dinlemediler beni). Saat 8'e doğru gelirken toplum tarafından gelin diye adlandırılan uyuz "baba hadi gel kahvaltı hazır" diye seslendi. Mutfağa gittim, sofraya oturdum. Sanki geri dönüşü varmışçasına beyaz ekmekten uzak durup o tatsız kepek ekmeğinden 1 dilim yedim yanında da şekersiz 2 bardak çay içtim. Sofrada benden bağımsız gelişen bir geğirme olayı gelin tarafından hoş karşılanmasa da midemden geriye kalanı bir festivalin başlangıcında ki havai fişekler gibi mutlu etti. Sofradan kalktım daha da yaşlanmama sebep olan uzun bir yolculuğun ardından başladığım yere tuvalete geri döndüm. Gençler lafım size tuvaletle aranızı iyi tutun çok ihtiyacınız olacak ona. Biraz ağırlık attıktan sonra bizim işitme cihazı anti-fetişleriyle konuşamamak için bastonumu alıp parka gittim. Her zamanki gibi para üstüne gözünü diken kara kuru hain simitçiden güvercinlere atarım diye 1 simit aldım. Parka ulaşmıştım. Baktım bizim çete orda. Yanlarına gittim, kulakları en iyi duyanın yanına oturdum. Birkaç defa ülkeyi kurtarıp geçmişin şimdiye göre ne kadar güzel olduğundan bahsedip gelip geçen gençleri huzursuz edici bakışlar ve negatif mırıldanmalarla rahatsız ettik. Onları izlemem karşılığında simit attığım güvercinlere yüklenebilecek tüm anlamları yüklediğime emin olduktan sonra eve dönmenin zamanı geldiğini düşündüm. Kalktım, eve doğru yürümeye başladım. Tam eve yaklaşmışken (park evin arka sokağında) karşıdan cami çetesinin geldiğini gördüm. Çok gerildim. Yıllardır onlardan biri olmadığım için beni bakışlarıyla tehdit ederlerdi. Bastonumu olabildiğince sıkı sıkıya kavradım artık geri dönüşü yoktu, ya onlar ya ben diye düşünürken araya giren bir araba hayatımı kurtardı. Arabadan o kadar korkmuşlardı ki beni birkaç saniyeliğine boşladılar bende bu fırsattan yararlanıp kıvrak bir şekilde (çokta kıvrak değil) apartmana girdim.


... devam edebilir.







 

13 Eylül 2013 Cuma

Mimiklerini Aldırdım Kalbimin

Merhaba,

Benim adım Erceren. İsmimden dolayı bir ara her Cerenden hoşlanmaya kasmıştım. Belki de benim hayattaki olayım budur diye düşünüyordum o sıralar. Ne çileli facebook takip günlerim vardı. Bir Ceren olmayınca, şansımı başka Cerenlerle deneyeyim diyordum. Hatta babadan yüklü miktarda parası olan bir insanım, "neden en büyük amacım bütün Cerenlerle tanışmak olmasın" diye kendimi zorladığım oldu. Gel gör ki her Ceren güzel değil a dostlar. Öyle Cerenler var ki aklın durur. Öyle Cerenler var ki kalbin durur. Öte yandan öyle Cerenler var ki şükür ettirir, namaza başlatır. Bazılarının da kim olduğu anlaşılmıyor lan. Üç tane arkadaşlar bunlar, Ceren'in bütün profil fotoğraflarında üçleme şeklinde yer almışlar. Orada bıraktım Ceren avımı. Sonra bu iş yürümez diyerek, ameliyat ile fazlalıklarımdan, beni erkek yapan kısmımdan (Er) kurtularak kendim Ceren oldum. Ben sana niye sapık gibi cinsel hayatımı anlatıyorum la? Sen de bana anlat ödeşelim?

Şaka bir yana benim çok büyük bir problemim var, orada duran umursayarak okuyan kişi, sana diyorum. Hazır mısın? Bende mimik yok. Evet evet yanlış duymadın, bende mimik namına hiçbir şey yok. Tanrının bir
Böyle mal bakıyorum normalde
lütfu gibi, aslında hepsi de var ama kontrol edemiyorum. Otobüste, kaldırımda, parkta, televizyonda, fotoğrafta, hayvanda vb. gördüğüm sureti olan her şeyin yüz ifadesini saniyeler içerisinde kopyalayabiliyorum. Durumun vahametini anlamaya çalış lütfen. Sokağa çıkmak benim için çok zor. Sürekli yere, gökyüzüne, ağaçlara, arabaların plakalarına, ayakkabılara vs. odaklanmak zorundayım. Bazen son baktığım insanın yüz ifadesi çok keskinse başka yöne bakmama rağmen o ifadeyi dakikalarca atamadığım oluyor. Attığımda ortaya çıkan boş ifadeyi de sevmiyorum. Aslında bana ait olan tek ifade, ama kendim dolduramıyorum. Sevmiyorum.

Annemin "a benim asosyal oğlum, dışarı çıksana biraz. Git birileriyle tanış" darlamasını daha fazla kaldıramayıp çıktım kalabalık bir caddeye. Bir saniyelik bir süre içinde bile üç tane insan, üç farklı yüz ifadesi görüyorsun (Allahım o hangisinin Ceren olduğunu anlamadığım facebook profili gibi. Hangi mimiğe kassam bir türlü karar veremedim). Yüz kaslarımın çok yorulduğunu hatırlıyorum. O sırada çok ilginç hareketler yapmış olmalıyım (şu adama benziyor olabilir) ki baktığım her yüz ifadesi bana dönük olmaya, ve aynılaşmaya başladı. Ben çok ilginç hareketler yaptıkça tedirginlik ve korku dolu bakışlar artmaya, ve benim yüz ifadem de sabitlenmeye başlamıştı. Tabii ki tedirgin ve korku doluydu. Al işte anne, beğendin mi yaptığını? Bütün bir cadde hep bir ağızdan "Seni aramızda istemiyoruz" demişti bana. Benim derdim sadece onlardan biri gibi olmaktı. Günün sonunda anlayamadığım tek şey onlar mı benim tedirginliğimi almıştı yoksa ben mi onlarınkini almıştım? Bir türlü karar veremedim. O gün seni aralarında istemeyen bir kesimin illaki olacağını farkettim. Çünkü toplumun tamamıyla kaynaşmaya çalıştım bir anda. Düşünsene bunu becerdiğimi, anında beni başbakan yapıyorlar falan. Çok ilginç olurdu. Ulusa boş boş seslenirdim artık, veya kameramanın yüz ifadesiyle seslenirdim. Dur ben bunu yazayım bir yere, komikmiş.

Bu da kitlengeçgilllerden.
Bunun şirin olmayanını düşün
Hayatın benim için çok zor olduğunu anlamışsındır. Alışveriş yapmak, kızlarla tanışmak, otobüse binmek şeklinde örneklendirebilirsin. İnsanlar kendileriyle yüzleşmekten nefret ediyorlar, o yüzden birebir muhattap olduklarım her zaman huzursuz oldular. Dalga geçiyorum sandılar, durumu bir türlü açıklayamıyordum. Kendi nefretine hapsolmuş insanlara attığım bir bakışla, ben de kendimi o nefretin içinde buluyordum. En ilginci çocuklarla karşılıklı kitlenmekti. Biliyorsun o çocuk modelini, sana çok uzun ve boş bakan çocuklar oldu mu hiç hayatında? Nası kafalar di mi? Öööyle karşılıklı uzun ve boş bakışıyoruz. Ulan burada rahatsızlığı olan
benim, yüz ifadesini kontrol edemeyen benim, yine de benim kafayı boşaltabiliyor bu çocuklar. Hay ebeninki diyerek başka yöne bakıyorum. Uzağa bakıyorum, binalara falan bakıyorum, dönüyorum çocuk hala bana kitlenmiş. Derdin ne amk. Bak sinirlerim bozuldu. Neyse!

Sonra bir gün O'nu gördüm. Böyle yazınca stv filmine dönüştü. "O'nu anlamak için 5 vakit namaza başladım" gibi bir kapanış olsa ilginç olmaz mıydı? Nedense dindar insanlara sanatı yakıştıramıyoruz. "Babacım, sen zaten hayatı çözmüşsün, günde 5 vaktini bu işe ayırıyorsun bile. Uğraşma antin kuntin işlerle, ibadetine bak sen" diyoruz sanki onlara. Sanki "sanat bizim işimiz" diyoruz onlara. Şimdi haksız da değiliz, stv o kadar prodüksiyon yapıp çektiği filmlerde hep "imana gelme/getirme" konularını ele alıyor. Sanatı araç olarak kullanıyor yani. Yani bana diyor ki "herkes benim dinime gelirse sanat gibi sikimsonik şeylerle uğraşmamıza gerek kalmayacak, çünkü hepimiz hayatı çözmüş olacağız." Sokarım öyle işe. Herif sanatı beni sanattan uzaklaştırmak için kullanıyor. Öyle kötü prodüksiyonlar. Neyse

Çok dağıtmadan, "O" dediğim aslında kızın biri. Otobüste bu kıza kitlenmiştim. Çünkü koskoca otobüste en huzurlu yüz ifadesine sahip olan insan oydu. Herkes bir sinirli, herkes bir gergin. İstanbul stresi işte. Sana "İstanbulda iyi para kazanıyorsun ama masrafın, derdin de çok" geyiği yapayım mı? Belki yeterince duymamışsındır. Bazı geyikler var abi, belli bir yerden sonra kaldıramıyorsun. Hastanelik oluyorsun. Mesela şimdi yine konudan uzaklaşmam gibi. Neyse.

"Sen kime küfür ediyorsun lan!"
(ergen siniri)
Bana bakmıyordu o sırada ve ben de onun huzurlu yüz ifadesini sömürerek yüzümdeki kasları
dinlendiriyordum. Gerçekten güzel geçti 10 dakika falan. Ama sonuçta insan dediğimiz yaratık evrimde bu kadar ileriye geldiyse "çevremde neler olup bitiyor lan, dur bir kolaçan edeyim" içgüdüsü sayesinde bu kadar ileri gelmiştir. Ergenlere dikkat ederseniz onlar daha çok bakınır çevresine, kafada bin tane tilki sikişiyor çünkü. Öhm, neyse.

Bana baktığı anda ben tedirgin oldum, tabii ki yüz ifademe yansımadı ama bir an bakışlarımı kaçırmak istedim. Ne olduysa sonrasında oldu a dostlar. Kız bana dünyanın en sıcak, en geniş, en tatlı gülümsemesini gönderdi. Gülmeyeli, gülümsemeyeli ne kadar uzun zaman olmuş, bana onu farkettirdi. Yağmurun sesine uyanmak gibiydi. Yanlış anlama, yolda otobüste gülen gülümseyen insanlar gördüm, onları da taklit ettim takdir edersin ki. Ancak mimik şampiyonu biri olarak şunu söyleyebilirim: Hiçbiri bu kadar içten değildi. Çünkü taklit ettiğim insanın sadece yüz ifadesi değil, duygusu da bana bulaşıcıdır. İçten gülmüyorsa ben de içten taklit etmem onu.

Başlarda oyuncak gibi oynadı benle. Allahım, nasıl eğleniyor beni oynatarak. Uzaktan kumandalı gibiyim resmen. Oturduğu yerden beni istediği şekle sokabiliyordu. Uzatmayacağım, ilginç karakterin olduğu her şiirde, klipte, hikayede, filmde, vb. bu karakterin birine aşık olmasıyla olaylar gelişir ve devam eder [stv hariç. orada ilginçten anladıkları birilerinin ultra kötü adam olması (gerçekten çok kötü, suratından bok akıyor resmen) ve sonunda imana gelip gelmemesi. Genelde hakkını yedikleri, namazında niyazında olan çok iyi bir insanın bedduası olur filmin ortasında, bu beddua tutar (öyle de kinci insanlar amk). Bu bedduanın tutmasının ardından kötü adam şekil alır (imana gelir veya gelmez). Sokayım böyle prodüksiyona gerçekten]. Bundan sonra olanları tahmin edebilirsiniz yani. Yakınlaştık falan filan işte (Kızın adı da Ceren çıktı iyi mi?).

Sonra beraber doktora gittik, ameliyatla benim ayna nöronları aldırdık. Bir de, günde bir kolay bir zor sudoku egzersizi verdi bana. Yok çok duygusalmışım da, biraz rasyonel bir insan olmalıymışım da. Dünya kadar para alıyorsun, sudoku mu yani tedavi? Neyse, sakinim.

Gideyim de bir sudoku çözeyim.

9 Eylül 2013 Pazartesi

Depresyon Uykusu

Merhaba sevgilim,

"Şşş, ne o lan sevgili falan?" demeyin lütfen, eskort olmaya özeniyorum. Şaka değil, kızın biri baya baya benim masraflarımı karşılayıp beni tatile götürecekti. Dedim devir değişmiş devrem.

Bence Otisabi'nin tersi tadında bir seri yapılabilir. Canım tersi dediysek erkekten erkeğe koşturan bir kadından bahsetmiyorum (gerçi o da olabilir). Kadının başrolde başladığı hikaye Otisabi ile sevişmesiyle son bulsun. Çünkü gerçekten bazı kadınları nasıl tavladığını anlamıyorum. Eksik eksik öğreniyorum sonra sıçızlıyorum sağda solda.

Depresyon uykusundan kalktım bu sabah. İngilizcede "sleep it off" diye bir tabir varmış (geçen Breaking Bad (Amı götü dağıtmak) dizisinde öğrendim). "Bu konu sana çok ağır geldi, bir uyu da sakin kafayla düşün" anlamına geliyormuş. 16-17 saat uyudum toplamda. İnsanın belli bir konuyu düşünmemek için saatlerce uyuyabilmesi çok komik geldi sonra. Bence uyku ilk böyle icat edilmiş olabilir. Karşısındakini dinlemek istemeyen bir adam "Dur lan gözlerimi çok uzun süre kapalı tutayım ne olacak?" şeklinde uykuyu bulmuştur. Keriz gibi yorgun dolaşıyorlarmış ondan önce. Sonra kaplan beni nasıl yakaladı.

Zaten istediği yer ve zamanda uyuyabilen insanlara özeniyor, hatta onların süper bir güce sahip olduklarını düşünüyorum. Alarm gibi kurabilsek kendimizi keşke, bankada kuyruk bekliyorsun ve gelmesine 15 dakika mı var? Tık, 15 dakikalık uykuyu orada uyu. Bir sonraki dersin aynı sınıfta mı? Tık bir 15 dakika daha. Yemin ediyorum sigarayı bırakırdım o zaman.

Yazının burasında araya yine hayat girdi sevgili okur, facebook'a baktım, uykuya tutturduğum problemler kafama üşüştü. Güldüren turizm ile kaçtığım günleri arkada bıraktım o yüzden bir bir kafama dank etti. Artık stand-up için bir şeyler yazmak istiyorum. Oturup üretmek istiyorum, ama istemiyor muyum lan bir yandan anlamadım?

- Ne zaman geleceksin beni istemeye?
- Bir sus be kadın, bir şeyler yazmaya çalışıyorum
Benim günahım düşünmemek demiştim zamanında. Ne kadar cool demişim, şaşırdım birden. Ama şimdi yüzleşiyorum ki benim günahım aslında tembel olmam. Hayatımda hiçbir şeyin kötü falan gittiği yok, ama buna rağmen başına oturamıyorum şu amına kodumunun klavyesinin. Eskiden hep kadınları sorumlu tutardım. Artık kadında ne aradığımı ne istediğimi de aşağı yukarı biliyorum, kriterlerim var (memesi olsun). Bunları öğrenmek bir ihtiyaçtı benim için zamanında, şimdi değil. E şimdi ne diye yapmıyorum lan? Bu işi yapmak istediğime eminim artık, ama beni masa başına oturmaktan alıkoyan ne?

Depresyon uykusuna yatmadan önce düşündüğüm şey şuydu: Ben neden hırslı bir insan değilim? Beni yanlış anlama, hırslı olmak iyi bir şeydir demiyorum. Ama niye yok bu özellik bende? Eskiden vardı, demek ki içeride bir yerlerde hala olması lazım. Nereye koydum lan ben bunu?

Bence problem sabırsız olmak, ve nasıl çalışacağını bilmemek. Üniversitede tembel bir öğrenciydim, ama dersin içeriğine göre nasıl çalışacağımı bildiğim için derslerden kalmıyordum. Gerçi dersin içeriğini ilk sınavda öğreniyordum, ikinci sınavda iyice öğreniyordum sonra finale bileniyordum. En sonunda nasıl çalışacağımı öğrenmiş oldum. Bence sahne için bende eksik olan şey bu. Sabırsız olduğum için de aklımda Beter Böcek (oskarlıymış lan film, çocukken çok izlerdik) filminden kopup gelmiş birisi "Bence sen beceremeyeceksin, bence sen gerizekalının önde gidenisin. Bak bak, mala bak. Nasıl da beceremiyor" şeklinde kulağıma fısıldıyormuş gibi hissediyorum. Beynimin çürümüş kendine güvenmeyen tarafı beni hep aynı bataklığa çekmeye çalışıyor. Bu tuzağa düşmeyelim, düşenleri uyaralım.

Bence başaramayacağımız hiçbir şey yok.



Kişisel gelişim kitabıma böyle başlayayım diyorum abi, nasıl olur?

6 Eylül 2013 Cuma

Bir Kalıp Peynire Çatalla Dalma Özgürlüğüdür Yalnızlık

Ve her uzun süre yalnız kaldığımda da yaptığım bir güzellik. Büyük rahatlık bir kere, kasmana lüzum yok çünkü o peyniri sırf sen yiyorsun. Sevgilime bir kez sormuştum "çok yapmak istediğin ama bir türlü yapamadığın bir şey var mı" diye, böyle daha hayali bir şey bekliyorum, "hep x yapmak istedim ama otur dersine çalış dediler" veya "felancayla (aşırı ünlü süper güzel biri) sevişmek" gibi bir şey;  adam "ya yaş pastayı çatalla orasından burasından yemeyi çok istiyorum ama yapamadım" dedi ciddi ciddi. Dedim herhalde fazla baydım, yalnız kalası var gibi bir şey anladım alt metin olarak. Aramıyorum adamı bayağıdır.

Yalnızlık benim hayatta en sevdiğim şeylerden biri bu arada. Laf olsun diye demedim öyle, vallahi. Babaanneyle büyüyen ve babaannesi oynadığı oyunlardan sıkılan bir çocuk olduğumdan ötürü, odama kapanıp yalnız oyun oynadım her daim. Kadın da hiç dokunmuyordu bana, çizgi film başlayınca haber veriyordu. Ulan hadi ben hakikaten ciddi ciddi oyun oynuyordum da, bıçakla oynayabilirdim, babamdan sigara aşırıp içmeyi deneyebilirdim, pencereden atlayabilirdim, insan hiç mi bakmaz ya 4 yaşında bir insana nasıl bu kadar güvenebilirsin. Bir kere öğlen okuldan gelip banyoya girip 6 buçuk saat banyo yapmışlığım var, içeride oyuncaklarla takılıyordum.Hiç bakmadı kadın valla "ölmüş olabilir"dim hayret bir şey.



                                          
Hayatımın ergenlikten sonraki kısmında arkadaş çevresi olsun aile olsun sevgililik müessesesi olsun sağolsun çocuklar hep bir kalabalık yaptılar bir rahat vermediler amk. Muhabbet olsun o da güzel, ama ben daralıyorum çok insan içinde oldum mu. Şimdi master muhabbetine 7-8 ay kendi kendime kaldım OH BE dedim. İç sesim varmış unutmuşum, istediğim saatte yattım kalktım, hoşlanmadığım tiplere zoraki kibarlık yapmadım, nasılsa görmeyeceğim lan bunları dedim anlattıkları  zırvaları dinlememekte hiçbir beis görmedim filan. Parklarda sızana kadar sarhoş oluyorum kız halimle filan. Kız halimle demem bizde benzeri bir durumda banko tecavüze uğrayacağın gerçeği, Evropa öyle değil azizim. Annemler arıyor açmıyorum saatlerce çekmemiştir telefon diyorum. O peynir çatalla yeniyor ertesi gün yine kahvaltıda. Sahillerde sabahlamalar bilmemneler, kim sorarsa stajdayım. Şimdi işsizim. Eve dönünce yine toplu hayata alışmak gerekti, arkadaşlık, sevgililik filan bir yandan. Telefona bakmayınca öldüm sanıyorlar 25 kere daha arıyorlar. Balkonda sigara içmek için büyük prodüksiyona girmem gerekiyor, geceleri 12'de bilemedin 1'de mesaj geliyor hop diye, eve gelmiyor muymuşum. 

O değil de 23 yaşındayım, çocuğum olsa olabilir, ebeveynlerime sigara içtiğimi söyleyemiyorum. Biliyorum gençler siz de söylemiyorsunuz. İşte bunlar hep Türk aile yapısının bozulmaması için. Türk aile yapısının gidişatı ve İstanbul'un silüeti hepimizin içinde dert.

Sevgiler

4 Eylül 2013 Çarşamba

Özet Geç Piç

Günlük tadında yazmayı seviyor muyum ne? Baya sana özelimi, hayatımı falan anlatasım var şu anda. Oysaki çok karşıyım bu tavra ben, evinde iç çamaşırlarıyla çektikleri fotoğrafları bence paylaşmamalı insanlar (insanlar derken, erkekler). Özelimizi paylaşmaya neden bu kadar hevesliyiz? Yoksa hiç özelimiz olmadı mı? Ben niye anlatıyorum lan sana özelimi? En azından lafımdan başka bir şey vaat etmiyorum. Şimdi belgeyle gelmek başka bir de sözle anlatmak başka. Neyse lan, uyarsana beni boş geyiğe girdim senin yüzünden...

En son günlük tadında yazdığımdan beri bir ay geçmiş üstünden, sana bu bir ay içinde olanları özetleyeceğim. Mimar'ı son gördüğümden beri bir ay geçti şimdi. O yokken güldürene sarılmaya devam ettim. Ama en son yalnız başıma içince duruma bir ayıktım artık "Ben n'apıyorum lan?" diyerek. Resmen sadece uyuşmak maksatlı kullanmış oldum. Şunu belirteyim: ben bazı uyuşturucuların farklı ve temiz düşünmende faydası olduğunu düşünüyorum. Her klişe yanlış değildir ve bununla beraber, tabii ki herşeyin fazlası zarardır. Ama ben hayatımdaki problemlere çözüm aramak maksatıyla kullandım bu mereti hep. The mimarchitect ile ilgili hüzünlü bir rüya gördüm ve aynı bu klipteki adamın kendini içkiye vermesi gibi kendimi güldürene verdim. Neyse ki aramız düzeldi, görüşmeme kararını fesh ettik. Herkeste onda bulduğum şeyleri yakalamaya çalışıyordum. Zorla aşık olmaya çalıştım başkalarına, neyse, duygusal olarak çok rahatladım nihayet.

Çünkü arada geçen zaman içinde iki tane kadınla seviştim, casual dedikleri mevzular işte. Fiziksel olarak verdiği sağlık dışında hiçbir katkısı olmadı. Kafam yine doluydu. Duygusal olarak bir süre kimseye açık davranmama kararı aldım o yüzden.


Aaa söylemeyi unutmadan tarkan konserine gittim bak.


Kuzenigma götürdü beni sağolsun. Paraya kıymadı, bana magazin gazetelerine manşetten giren bir olaya tanıklık etme fırsatı sundu. Fena değildi konser, iki damla yaş aktı gözlerimden.

Bu ay sonuna doğru stand-up sezonu tekrar açılıyor. Bu açıdan heyecanlıyım. Bu sefer ağırdan alacağım işleri, çok sabırsız davrandım geçen sene. Bir ay içinde yazıp oynamaya çıktım. İlginç oldu. Kısa kısa daha makbul. Çok heyecanlandım lan, üstesinden gelmiştim ama bütün enerjimi kullanmak zorunda kalmıştım. Sahneden indiğimde titriyordum, bütün kan beynime gitmiş amk (Bu noktalama işaretini çok seviyorum nedense, bir ara küfür üzerine eğileceğim zaten, orada daha detaylı konuşuruz kankasya).

Kendi özelime girerken başkalarının özeline girmemeye, isim falan kullanmamaya, ve hatta aramızda geçen sohbetleri dahi anlatmamaya özen gösteriyorum. Ama bu iki kadından birisi Amerikalıydı ve beni Kanadalı bir arkadaşıyla tanıştıracağını söyledi bana. Ve işler yolunda giderse İngilizce stand-up yapabileceğim bir mekan bulacağım. Benim için müthiş bir deneyim olacak, hem de kolay olacak diye düşünüyorum. Çünkü samimiyetini veya samimiyetsizliğini çok güzel yakalıyor seyirci türk olunca. Yabancılar bizim jest mimikleri çok çakozlamadığı için altından kalkabilirim gibi geliyor. Tam bilemiyorum.

Bunun dışında yeni yazarlar yolda, hatta farkettin mi bilmiyorum ama bir tane yazı bana ait değil (Gerçi takip eden falan yok lan galiba hala. 99'da bina göçüğü altından "sesimi duyan var mı?" diye bağıran bir adam vardı. Çok hüzünlendim şimdi, bağırıyorsun ama kimse duyar mı duymaz mı bilmiyorsun).

Öpüyorum KOCAMAN (İsim gibi oldu lan)

2 Eylül 2013 Pazartesi

Beşiktaş Maçı

nda buldum kendimi geçen rüyamda. Hayır Beşiktaşlı da değilim, anlamadım mevzuyu. Gerçi çocukken tuttuğum takımdı, sonra döneklik yapıp Galatasaray'a geçmiştim. Muhtemelen yine çocukluğuma gönderme yapan bir rüyaydı.

Rüyanın başlarında üç tane sokak çocuğunu tokatlıyordum, sonra bu çocuklar ağlamaya başladılar. "Ne vuruyorsun be, gücün bize mi yetiyor" diyerekten. Tutamadım kendimi, iki damla yaş aktı benim de gözlerimden. Sarıldım hepsine "Sizden çok özür diliyorum" dedim. Hep beraber ağlarken, bir tanesi elini benim cebe daldırdı, anlamadan bastım yine tokadı. Meğersem cebime Beşiktaş - Tromsø (resmen boşuna ter dökülen) maç biletini koyuyormuş. Buradan rüyamda tokatladığım sokak çocuğuna "High Five" yolluyorum.

"Yakıştı mı abi sana bu hareket şimdi?"
Neyse, maçtayım. Beşiktaşlı değilim, ama tam bir yavşak gibi tezahürat ediyorum. Çarşı'nın sloganlar şahane zaten, ama kimseyi tanımıyorum yine (hep yalnızım lan rüyalarda). Gidip bir kıza "Siz de mi Beşiktaşlısınız?" diye sordum. Başarısız asosyal girişimi. Bu hareketim sessiz bir alkış aldı resmen. Sloganı falan bırakıp bir süre hiçbir şey demeden sadece beni izledi tribün. Haberler'in altına yazıyorlar ya; Yorumsuz... Sözün bittiği yer... Görenlerin ağzı açık kaldı (daha komik videomsu şeylerde)... İşte aynen öyle oldu. Sözün bittiği yerdeydim yani (birkaç fotoli çektim hazır oradayken) korkunçtu. Rüyamda bile rahat edemiyorum. "Gezi de ne gaz yedik di mi? Ben hep oradaydım, ehere mehere" şeklinde Çarşı'ya yavşadım biraz. Kendimden tiskindim (bu arada tiskinme kelimesini tiksinmek anlamında (ciddi ciddi ama) kullanan insanlar az değil). Onlardan da tepki alamayınca sustum ve maçı izledim.

Maç çıkışı bir tane kediyle tanıştım. Baya bildiğin tanıştım yani "Dostum nasılsın?" diye yavşakça girdim. "N'olsun be eyvallah" gibi bir şeyler mırıldandı. Biraz soğukluk aldım ama kedi olduğu için mırıldanması çok normal bir yandan da, off Allahım hep iç hesaplaşmalar. Uyanayım istiyorum artık ama kedi lafa tuttu beni "Ben hep insanlara karşı iyi davrandım, elini uzatanın bacaklarına dolanarak selam verdim. Kendimi sevdirdim, şirince miyavladım. Ama hiç yemek veren yok, Sufle ne yer diye düşünen yok" gibi söylenmeye başladı. Tanıdın değil mi? Bu kız modeli hala var. Hani ağzını açasıya kadar çok güzel olan kızlar, ama bir konuşmaya başlayınca "Allah'ım söz veriyorum namaza başlıycam" dedirten cinsten. 

En son "Bak Sufle'cim, ben senin düşüncene de saygı gösteriyorum..." gibi bir cümleye başladım ama beynim daha fazla dayanamayıp uyandırdı beni. Sufle ne lan