Rüyamda bildiğin polis olmuştum. Ama taşaklılardan değil, gidin şu kalabalığı dağıtın diyorlar dağıtıyoruz. Bu hafta 5 koli biber gazı bitirmeniz lazım, biber gazlarının son kullanma tarihi yaklaşıyor diyorlar gidiyoruz basıyoruz biberi. Taksimde zaten iyice bokunu çıkardık biber gazının, artık bakmadan falan biber gazı sıkabiliyoruz. Ellerimizi kullanmadan bazen. 10 kişilik kalabalığı göreyim basıyorum biber gazını. Bazen turist falan oluyorlar ama kalabalık gezmesinler diye düşünüyorum. Bir gün kalabalık bir grup gördüm uzaktan, bastım biber gazını düşünmeden. Lan oğlum onlar da polis çıktı ya lan. Hay Allah. Ne yapsak? Kusura bakmayın, öyle kalabalık görünce...
Polislik bana göre değil galiba diye düşünmeye başladım ve bir müzik grubu kurduk polis arkadaşlarla. Coplarla bateri çalıyordum ben. Ama grup dağıtmak eski meslek alışkanlığı olduğu için ilk konserimizde "Dağılın lan" diye seyirciyi dağıttık, biber gazı falan sıktık.
Bir gün Iron-Man geldi. Kıyafetini çıkar, sen kimsin ki? dedim buna. Birşeyler dedi anlamadım. Çıkar maskeyi insan gibi söyle derdini, dedim. Maskeyi açtığı gibi bastım biberi bunun suratına. Nasıl ağlıyor görüceksin, Iron-man oldu sana Ayran-man.
Bu öylesine açılmış bir blog'tur. Muhtemelen 5 yazıyı geçmeyecektir. Ne amaçla açıldığı kendimce dahi bilinmemektedir.
27 Mayıs 2013 Pazartesi
Drogba
Oraya nasıl geldiğimi bilmiyorum ama fildişi
sahillerindeydim. Fildişi sahillerinin bir tek bayrağını, ve dünya kupasından
dolayı bir milli takımı olduğunu biliyorum. İnternetten bile görmedim kendisini
ama nasılsa orasının fildişi olduğunu biliyorum. Sahilde biraz turlarken
“fildişi fildişi, duy sesimizi bu gelen cimbom’un ayak sesleri” şeklinde bir
tezahürat duydum. Düşünceli taraftarlar,
fildişililer ayak seslerimizi daha iyi duysunlar mantığıyla zahmet edip
gelmişler. Lakin sahilde kimse yok. Gidip de ayak seslerinin bir fildişiliden
ziyade sadece bana çarptığını söyleyeyim çocuklara. Gittim baktım, taraftar
falan değil, bildiğin oyuncular gelmiş. Sahilde güzel bir barda toplanmış
eğleniyor çocuklar. Ben yaklaşırken drogba el etti. “Bir kaçamak yapıp çocukları
memlekete getireyim dedim” gibi bir şeyler geveledi.
Drogba öyle bakma huylanıyorum. |
Atatürk
Sene 1935, Atatürk çocukları almış 23 nisanda onlarla sohbet
ediyor. Güzel bir gelenek takdir ediyorum ama sıkıcı da bir yandan. “Ne
yapmalıyız?” diyorsun, “küçüklerimizi sevelim, büyüklerimizi dinleyelim,
çevremizi koruyalım, kuzuları öpelim” diyorlar. Andımız yani bir anlamda. Çok canım
sıkıldı ve sigaraya çıkacağım ama sigaram yok. Usulca yanaşıyorum Atatürk’e
“paşam bir dal bağlayacak mısın?” diye. “Yok bende de sigara” diyor. Geçen
doktorunla görüştüm 4 paket sigara içen adamda sigara biter mi? Demeye götüm el
vermedi açıkçası ama yok dedi sonuçta. Bence dün akşam biraz moralini bozdum.
Hop flashback
Hep beraber rakı içmeye gitmişiz. Çakırkeyiflik güzel,
makara muhabbet ama bir ara “paşam sen bu gidişle siroz olursun, maşallah iyi
içiyorsun” dedim. Bir bozuldu zaten orada. Konular ciddileşti, her zamanki gibi.
Baktım ülke sorunlarında açıldı yine mevzu. İçki masasında en sevmediğim şey
“türkiyenin dış borcu ne kadar? 300 milyar dolar. E peki bor madenlerinin
değeri ne kadar? 400 milyar dolar. O halde?” şeklinde retorik muhabbetler hiç
sarmaz beni. İtalya etiyopyayı işgal etmiş duydunuz mu diyorum, “meclise kadın
milletvekilleri aldık” diyor. “geçenlerde elvis presley doğmuş” diyorum.
“türk-sovyet dostluk antlaşmasını yenilememiz lazım” diyor. En sonunda
sinirlendim, “Ya paşam, dedim, memleketi siz mi kurtaracaksınız?” Ortam bir
soğudu. Damat Ferit Paşa koluma girdi “sen iyi içtin galiba, gel seni evine götüreyim”
dedi. En son “sarhoş değilim ben” diye bağırdığımı hatırlıyorum. Sonra
uyanmışım
21 Mayıs 2013 Salı
Şizoya Gönül Vermek
Merhaba,
Şu 5 yazı dolsun da rahatlayayım artık. Her ne kadar kendime yazıyorum desem de içimde bir yerlerde gizlice bu blog'un çok okunmasını istiyorum. "Duydun mu şöyle bir blog varmış, okuyanlar pek sikinde değilmiş. Hatta yazar kimse onu okumasın istiyormuş" diye reklamım olsun.
Sana rüyalarını yazmanı tavsiye ediyorum sevgili olmayan ve istemediğim okuyucu. Ben son bir haftadır bu alışkanlığı edindim ve yazdıkça rüya görmeye başladım. Rüyalarını uyandığın gibi hatırlamaya kasar ve onları yazarsan, bir sonraki gece daha hatırlanası rüyalar görüyorsun. Rüyaları kontrol etmek gibi bir derdim yok, neşeli hayatlar tadında geçen rüyalar istiyorum ben. Uykumda eğleneyim falan istiyorum. Neden bilmiyorum ama kahkahalar falan atayım uyurken.
Çocukken ilk Dövüş Kulübü filmini izlediğimde, ardından Akıl oyunları filmini izlediğimde şizofreni olmak istemiştim. Şizoya bağlamanın çok muntazam ve muhteşem bir şey olduğunu, sadece akıllı adamlara has bir şey olduğunu zannederdim. "Ulan ben de çok zekiyim, ben niye kafayı sıyırmıyorum" diye kafayı sıyırdım hatta, bunları hastaneden yazıyorum. Bayağı hayali arkadaşım olsun diye kasmıştım. Baktım olmuyor "amaan biraz daha GTA oynayayım, yarın sabah erken kalkıp hayali arkadaşa kasarım" diye geçiştiriyordum. Oysa akşamdan hayali arkadaşını yapsan, sabah o seni uyandırır, belki de öperek. O senin hayal gücüne kalmış. Ama gerçekten hayali arkadaşın avantajları çok: senin yerine ders çalışabilir, karşı cinsten yaparsan onunla sevişebilirsin, senin yerine uyuyabilir, satranç oynayabilirsin onunla, senin yerine yemek yiyebilir... E ebesinin deme vakti geldi artık, sen n'apacan lan eşek sıpası. Öyle herşeyi hayali arkadaşına yaptırırsan ayıp olur, oynayın güzel güzel.
Gündüz hayali arkadaş zor. O yüzden geceleri rüyadan önce kasıyorum. Mesela rüyadan hemen önce esrar içerken hayal ettim kendimi, bütün rüyada bir joint'tir dönüyor. Bir türlü yakamıyorum onu, sürekli cebimde falan taşıyorum ama hiç yakma fırsatı olmuyor. Bir de rüya ya, maceradan maceraya koşuyorum. Bir ara geyiğine çığ çıkardı yanımdaki karı, güle oynaya ondan kaçıyoruz falan. En ilginci de şeydi, bir bayır yeşillik tadında bir yerdeyiz. Sik falı bakan bir kadın geldi. Bayağı, kalkık siki pantalon üstünden bir okşuyor, şakır şakır anlatıyor sana. Arkadaşım baktırdı ama ben utandım, ulan dedim nasıl bir manyağa çattık. Sonra ben de okşattım "Fala inanma falsız kalma" düşüncesiyle. "Sen fala küsmüşsün, o yüzden geleceğin çok bulanık" dedi üstüne. Dedim "Sen okşamak için mazeret arıyorduysan bedavaya da okşatırdım"."Zaten bedavaya geldi" dedi, aa benle laf dalaşına girdi durduk yere. Joint'i unutturdu bana.
Derme çatma gecekondu lafı o kadar güzel bir laf ki, üzülemiyorum hayatımızda böyle bir gerçek olduğu için. Tabii ki bu konuda sınanmak istemiyorum, o ayrı bir fantezi.
Şu 5 yazı dolsun da rahatlayayım artık. Her ne kadar kendime yazıyorum desem de içimde bir yerlerde gizlice bu blog'un çok okunmasını istiyorum. "Duydun mu şöyle bir blog varmış, okuyanlar pek sikinde değilmiş. Hatta yazar kimse onu okumasın istiyormuş" diye reklamım olsun.
Sana rüyalarını yazmanı tavsiye ediyorum sevgili olmayan ve istemediğim okuyucu. Ben son bir haftadır bu alışkanlığı edindim ve yazdıkça rüya görmeye başladım. Rüyalarını uyandığın gibi hatırlamaya kasar ve onları yazarsan, bir sonraki gece daha hatırlanası rüyalar görüyorsun. Rüyaları kontrol etmek gibi bir derdim yok, neşeli hayatlar tadında geçen rüyalar istiyorum ben. Uykumda eğleneyim falan istiyorum. Neden bilmiyorum ama kahkahalar falan atayım uyurken.
Çocukken ilk Dövüş Kulübü filmini izlediğimde, ardından Akıl oyunları filmini izlediğimde şizofreni olmak istemiştim. Şizoya bağlamanın çok muntazam ve muhteşem bir şey olduğunu, sadece akıllı adamlara has bir şey olduğunu zannederdim. "Ulan ben de çok zekiyim, ben niye kafayı sıyırmıyorum" diye kafayı sıyırdım hatta, bunları hastaneden yazıyorum. Bayağı hayali arkadaşım olsun diye kasmıştım. Baktım olmuyor "amaan biraz daha GTA oynayayım, yarın sabah erken kalkıp hayali arkadaşa kasarım" diye geçiştiriyordum. Oysa akşamdan hayali arkadaşını yapsan, sabah o seni uyandırır, belki de öperek. O senin hayal gücüne kalmış. Ama gerçekten hayali arkadaşın avantajları çok: senin yerine ders çalışabilir, karşı cinsten yaparsan onunla sevişebilirsin, senin yerine uyuyabilir, satranç oynayabilirsin onunla, senin yerine yemek yiyebilir... E ebesinin deme vakti geldi artık, sen n'apacan lan eşek sıpası. Öyle herşeyi hayali arkadaşına yaptırırsan ayıp olur, oynayın güzel güzel.
Gündüz hayali arkadaş zor. O yüzden geceleri rüyadan önce kasıyorum. Mesela rüyadan hemen önce esrar içerken hayal ettim kendimi, bütün rüyada bir joint'tir dönüyor. Bir türlü yakamıyorum onu, sürekli cebimde falan taşıyorum ama hiç yakma fırsatı olmuyor. Bir de rüya ya, maceradan maceraya koşuyorum. Bir ara geyiğine çığ çıkardı yanımdaki karı, güle oynaya ondan kaçıyoruz falan. En ilginci de şeydi, bir bayır yeşillik tadında bir yerdeyiz. Sik falı bakan bir kadın geldi. Bayağı, kalkık siki pantalon üstünden bir okşuyor, şakır şakır anlatıyor sana. Arkadaşım baktırdı ama ben utandım, ulan dedim nasıl bir manyağa çattık. Sonra ben de okşattım "Fala inanma falsız kalma" düşüncesiyle. "Sen fala küsmüşsün, o yüzden geleceğin çok bulanık" dedi üstüne. Dedim "Sen okşamak için mazeret arıyorduysan bedavaya da okşatırdım"."Zaten bedavaya geldi" dedi, aa benle laf dalaşına girdi durduk yere. Joint'i unutturdu bana.
Derme çatma gecekondu lafı o kadar güzel bir laf ki, üzülemiyorum hayatımızda böyle bir gerçek olduğu için. Tabii ki bu konuda sınanmak istemiyorum, o ayrı bir fantezi.
Jim Carrey
Jim Carrey kendini iyilik yapmaktan alamayan bir adam. Ama
adam jim carrey olduğu için sempatik biçimde bu iyilikleri hep yüzüne gözüne
bulaştırıyor. Evli ve bir tane çocuğu var. Klasik hollywood filmlerinde olduğu
gibi sürekli bir yerlerde birilerine yardım etmeye çalıştığı için kızının
doğumgününü kaçırma durumu var. Filmde çok güzel punch line'lar var. Karısı
telefonda buna sürekli bir takım işler buyuruyor "Bu saydıklarının hepsi
16 dakikalık iş, hallederim" diyor. Karısı mesela duygusal olan Jim Carrey'e
telefonda "Söylediklerin burada ama sen burada mısın?" diyor.
"Elbette" diyor jim. Karısı "Sana ihtiyacım var sağ lobum"
diyor. Neyse tam bu sırada radyoda yangın haberi duyuyor falan ona koşturuyor.
İşler kalıyor tabii ki. Karısı artık buraya kadar diyor, birinin inisiyatifi
alması lazım. Bu şekilde yürümüyor ben senle ayrılıyorum diyor. Jim carrey
kendini yollara vuruyor hüzünlü bir şekilde. Seyahate çıkıyor. Bu seyahat
sırasında garip adamlarla tanışıyor. Bir tanesi arap gibi bir şey. Bir kavga
çıkıyor mesela gidip hemen ayırabiliyor bu arap. Bizim jim yine sıçıp batırıyor
benzer durumlarda. Bir tane gerizekalı var, ama bu adamın her dediğini
yapıyorlar. İnterrail biletleri var mesela (kendimden birşeyler geldi sonunda)
ama bu salak bunları otobüse binmeye ikna ediyor, bu sırada tren garında bir
hatunla tanışıyor bizim salak. Ayak üstü hatunu sikiyor, ama hatun bunun
interrail biletini çalıyor. Herşeyin bir nedeni var yani. Vardıkları yerde
interrail biletlerini kontrol eden adam kafayı yiyor. "Yani kim bunu
yapar, elinde interrail bileti var. Neden otobüse bindiniz?" diyor. Ben
mesela o anda jim carrey oluyorum, onun abartı hareketleriyle "We were
idiots maaan come ooooon" diyorum. Neyse bir tane de zenci var aralarında.
Bu zencinin çok sağlam bir süper gücü var. Zamanda yolculuk yapabiliyor. Ama
kafası aşırı rahat bir adam olduğu için bu özelliğini hiç kullanmıyor. Bir
barda içerken bu zenciyle sigaraya çıkıyor jim carrey. Bunların 3'ü sağlam
pompa yapmış zenci kaçırmış olanları. Ona geri alır mıydın zamanı? diye soruyor
jim carrey. "Olur mu öyle şey, o pompayı ben yapsaydım bu sefer arap
bugünkü kavgayı ayırmakta 4.5 dakika gecikirdi diyor" Anladın durumu değil
mi hacı? Herifin zaman yolculuğu yapmama durumu yalan yani. Ama şimdiki
gerçeklikte elinde kalan tek şey geleceği görmek oluyor. Bu tren yerine otobüse
binmelerini geri alır mıydın? diye soruyorlar "Olur mu hayatımdaki en
komik anıydı!!!" diyor. Ama bunları komik zenci aksanıyla diyor. Zenci
asıl sebebi biliyor ama dediğim gibi kafa rahat. Bunların bu zenciye inanma
sebebi ise, zencinin her birini teker teker çok iyi tanıması. Onlara olaylık
değil, hayat geneline yayılan tavsiyeler vermesi. Arada bir bu paul kafasında
bu özelliğini kullanarak elemanlarla daşşak geçiyor. Mesela bir uçurum kenarına
yürüyorsa aralarından biri "Böyle bir şekilde ölmene ailen çok
üzülecek" falan diyor. Sonra kahkahalarla gülüyorlar. Ben rüyamda eğlendim
amınaki bu adamın bu durumuyla. Yolculuk esnasında bizim Jim Carrey'nin yardım
etme damarı yavaş yavaş törpüleniyor. Arada bir zenciyle yaptıkları sohbetler
sayesinde. Yapamayacağını bildiği iyiliklerin altına girmiyor. Mesela bir
yangın görüyorlar. Zenci bunu tutuyor hemen jim carrey salağı koşmasın diye.
Jim carrey ağlayarak "gerek yok" diyor. Yapamayacağımı biliyorum, ailemi
bir kere daha görmek istiyorum. Bu şekilde ölmek değil diyor. Zenci buna
"Doğru kararı aldın dostum. Bu gece rahat uyuyacaksın. Vision'ımda
gördüm" diyor. Yine gülüşüyorlar. O geceki rahat uykudan sonra jim carrey
o karısıyla yaptığı konuşmaya geri dönüyor. Konuşma birebir aynı cümleler, ama
burada jim carrey oyunculuğu tavan yapmış durumda. Ufak ufak gözleri doluyor.
Ağlamaya başlıyor. Yola çıkıyor, radyoda o yangın haberini dinleyerek ve ağlaya
ağlaya karısıyla çocuğunun yanına gidiyor. Onların yanına gidince bu ağlamalar
mutluluk ağlamalarına dönüşüyor.
07.07.2012
Kafa rahatken zamanında ne güzel rüyalar görüyormuşum ya. Hala aklımda bu rüya, tam bir Jim Carrey filmi döndü kafamda. Mimiklerine kadar herşey netti yani.
Şimdi tekrar okudum, ulan o son sahne çok iyiydi ya
Hani Zekiydik
Merhaba sevgili mizah günlüğü,
Oğlum lan kalkıp üretici olmak istiyorum ama beceremiyorum ya. 3-4 gün sonra bir stand-up girişiminde bulunacağım ama benim hamurumda yok mu acaba lan? Hiç kalkıp çalışasım gelmiyor. Acaba yapamayacağımdan mı korkuyorum? Nedir beni iten? Artık hiç gülmüyorum. Bu kanaldan devam edeceksem eğer birilerinin bana gülmesine mi ihtiyacım var? Bir meditasyon yapmam gerek, niçin ben gülmüyorum lan. Çok mu komik olmaya çalışıyorum acaba? Yazmayı denemek faydalı olur mu acaba? Denemek gerek.
Tekrar asosyal olmaya başladım, başlangıç için böyle bir durum var. İnsan içine çıkasım, hatta yemişim insanını yataktan çıkasım gelmiyor. İnsan gerçekten bu kadar az mı üretiyor? Bence sorun bende, neyle yüzleşeceğimi bilmiyorum kağıt başına oturduğumda. Bundan korkuyorum; bir şey üretememem sadece başlamadığımdan dolayı zannediyorum. Oysa başladığımda da ortaya bir ürün çıkarmayacağımdan korkuyorum. Daha öncesinde çözümü bulmuştum oysaki, boş vaktimi okuyarak veya yazarak değerlendirmeliydim. Facebook, twitter gibi sosyal paylaşım siteleri inanılmaz vakit yiyen ve kalitesiz bir şekilde yiyen araçlar. Emin ol nostaljik bir bakış açısı değil bu, bir şeyler okumak zorunda insan. Tamamen, beyninin sağlıklı çalışabilmesi için gerekli olduğunu düşünüyorum. Ama günlerim boş, vaktim bol. O yüzden saatlerce okumak ve yazmak anlamında bir şeyler yapmaya başlayamıyorum.
9 ay oldu neredeyse, kitap okumuyorum. Okumak (bu konuda genelleme yapmayacağım) benim kendimle başbaşa kalmamda çok yardımcı oluyor. Bunun dışında sadece uyumadan önce kendimle başbaşa kalabiliyorum. Rahatlıkla düşünebiliyorum, ama gün içinde sürekli birşeylere yetişme durumu var. "Dur şunu da izleyeyim ve öyle başlayayım" şeklinde. Keşke hiçbir şey yapmadan aynı uykuya dalmadan önceki huzurla tavana bakıp saatlerce öyle durabilsem. Saatlerce bilgisayar ekranına bakmaktan ziyade. Bunları yazmaktan ziyade. Mesela şimdi de bir flash oyun oynayayım bu yazıya öyle devam edeyim'in derdine düştüm. Sanki yetiştirilmesi gereken bir şeymiş gibi. Keşke yatarak para kazanabiliyor olsaydım. Belki o zaman daha huzurlu olabilirdim.
Oğlum lan kalkıp üretici olmak istiyorum ama beceremiyorum ya. 3-4 gün sonra bir stand-up girişiminde bulunacağım ama benim hamurumda yok mu acaba lan? Hiç kalkıp çalışasım gelmiyor. Acaba yapamayacağımdan mı korkuyorum? Nedir beni iten? Artık hiç gülmüyorum. Bu kanaldan devam edeceksem eğer birilerinin bana gülmesine mi ihtiyacım var? Bir meditasyon yapmam gerek, niçin ben gülmüyorum lan. Çok mu komik olmaya çalışıyorum acaba? Yazmayı denemek faydalı olur mu acaba? Denemek gerek.
Tekrar asosyal olmaya başladım, başlangıç için böyle bir durum var. İnsan içine çıkasım, hatta yemişim insanını yataktan çıkasım gelmiyor. İnsan gerçekten bu kadar az mı üretiyor? Bence sorun bende, neyle yüzleşeceğimi bilmiyorum kağıt başına oturduğumda. Bundan korkuyorum; bir şey üretememem sadece başlamadığımdan dolayı zannediyorum. Oysa başladığımda da ortaya bir ürün çıkarmayacağımdan korkuyorum. Daha öncesinde çözümü bulmuştum oysaki, boş vaktimi okuyarak veya yazarak değerlendirmeliydim. Facebook, twitter gibi sosyal paylaşım siteleri inanılmaz vakit yiyen ve kalitesiz bir şekilde yiyen araçlar. Emin ol nostaljik bir bakış açısı değil bu, bir şeyler okumak zorunda insan. Tamamen, beyninin sağlıklı çalışabilmesi için gerekli olduğunu düşünüyorum. Ama günlerim boş, vaktim bol. O yüzden saatlerce okumak ve yazmak anlamında bir şeyler yapmaya başlayamıyorum.
9 ay oldu neredeyse, kitap okumuyorum. Okumak (bu konuda genelleme yapmayacağım) benim kendimle başbaşa kalmamda çok yardımcı oluyor. Bunun dışında sadece uyumadan önce kendimle başbaşa kalabiliyorum. Rahatlıkla düşünebiliyorum, ama gün içinde sürekli birşeylere yetişme durumu var. "Dur şunu da izleyeyim ve öyle başlayayım" şeklinde. Keşke hiçbir şey yapmadan aynı uykuya dalmadan önceki huzurla tavana bakıp saatlerce öyle durabilsem. Saatlerce bilgisayar ekranına bakmaktan ziyade. Bunları yazmaktan ziyade. Mesela şimdi de bir flash oyun oynayayım bu yazıya öyle devam edeyim'in derdine düştüm. Sanki yetiştirilmesi gereken bir şeymiş gibi. Keşke yatarak para kazanabiliyor olsaydım. Belki o zaman daha huzurlu olabilirdim.
19 Mayıs 2013 Pazar
İlk Yazı
Aslında blog olayına hiç sıcak bakmıyorum. Hala da bakmıyorum, ama anlamak istiyorum. Bilgilendirenlere eyvallah. İçini rahatlatmak için yazanlara da eyvallah. Ama samimi olmayanlara kılım. Samimiyet nedir? Tek dişi kalmış canavar değildir elbet, o medeniyetti. Samimiyet şu anda yazdıklarımın, birinin okuyacak olmasıyla değişmemesidir. Yatağım dağınık, kedim yok, maalesef sevimli çoraplar giyen bir kadın değilim. Buzdolabından su içiyorum, sıcak çikolatam bitmiş.
Aslında uzun zaman önce yazmak istiyordum ama ne yazık ki yaftalanmaktan korktum. Mainstream olmaktan korktum. Aslında Hipster olmaktan da korkuyorum ancak bazen insan "nerede çokluk orada bokluk" demekten kendisini alamıyor. Buralar biraz sakinleşmiştir diye düşündüm ve geldim, ünlü olanlar oldu sanırım. Herkes yerini aldıysa başlıyoruz.
Samimiyet herkesin kendine yakışanı giymesidir. Burdan Emrah Ablak'a selam olsun. Samimiyet, actually, benim ortaya koymaya heveslendiğim bir dindir. Herkesi samimi olmaya davet edecek.
Babam geldi içeri, sokakta şoparlar çok ses yapıyormuş. Polisi aradı yanımda siktirip gidip evlerinde takılsınlar diye. Dikkatim dağıldı sevgili blog/günlük her ne haltsan.
Ne diyordum, samimiyet. Açıkçası bunun kurallarını yazmaya üşendim hep. Burada da yazacağımdan şüpheliyim.
Ne kadar doğru bilmiyorum ama şöyle bir gözlemde bulunabilirim. Amerikan halkını samimiyetten uzak bir halk olarak alabiliriz. Personal space, dedikleri aptal ahlak kurallarını meşrulaştıran bir kavramları var ki akıllara zarar. Bunlar gereksiz kibarlıklara, anlamsız öfke seremonilerine, aslında kimsenin siklemediği entellektüel ritüellere yol açıyor. Bu adamlar bizim daha yeni yeni adım attığımız "absürd mizah" ile çıkış yolunu buluyorlar.
-Bir arabaya 4 fil'i nasıl sığdırırsın?
-İki öne iki arkaya koyarak.
Bu tarz skimsonik esprileri teee 1960'larda yapmaya başlıyorlar. Niçin? Çünkü ucu herhangi birine değecek espriler yapmaktan kaçınıyorlar. Bizim niyetimiz o değil ama teknolojinin verdiği farkındalık yüzünden absürd mizah'ı çıkış noktası olarak görmeye başladık. Buna vermeyi en sevdiğim örnek şu: Twitter'da "Kar yağıyor" diyenlerin üstüne "Yine 'kar yağıyor' diyenler çıkacak" diyenler. Yetmezmiş gibi bunun üstüne "kar yağıyor diyenlere laf edenler çıkacak" diyen türevleri peydah olmaya başladı. İnternet gibi neredeyse herkesin eriştiği bir kaynaktan toplumu izleme fırsatı elde eden herkes kendince bir tespit yapıyor. Yani tespit mizahı öldü/ölüyor. En azından çoğunluk için. Tespit ederek gülünmediğini farkeden insanlar abuk subuk şeylere gülmeye başlayacak. 100 sene öncesinin bir beyefendisi gelirse zamandan kopup "nelere gülüyorsunuz lan" diyecektir, emin ol. Şimdi çıkan 6 saniyelik video furyası da insanları olabildiğince absürd şeyler yapmaya itiyor.
Ben kendi kafamı sikeyim. Bundan 3-4 yıl önce aklıma gelmişti "Abi 10 saniyelik videolar çekeceğiz, ve absürdlüğün dibine vuracağız. Bu dediğimi yaz bir yere, çok tutacak" demiştim. Kimse bir yere yazmadığı için girişmedik. Çok üşengeçtik, kameramız yoktu ve dağbaşında bir üniversitede okuyorduk. Ne kadar girişken olabilirdik ki?
Velhasıl kelam düşünmek bana göre değil hacı. Ben makarama bakarım
Aslında uzun zaman önce yazmak istiyordum ama ne yazık ki yaftalanmaktan korktum. Mainstream olmaktan korktum. Aslında Hipster olmaktan da korkuyorum ancak bazen insan "nerede çokluk orada bokluk" demekten kendisini alamıyor. Buralar biraz sakinleşmiştir diye düşündüm ve geldim, ünlü olanlar oldu sanırım. Herkes yerini aldıysa başlıyoruz.
Samimiyet herkesin kendine yakışanı giymesidir. Burdan Emrah Ablak'a selam olsun. Samimiyet, actually, benim ortaya koymaya heveslendiğim bir dindir. Herkesi samimi olmaya davet edecek.
Babam geldi içeri, sokakta şoparlar çok ses yapıyormuş. Polisi aradı yanımda siktirip gidip evlerinde takılsınlar diye. Dikkatim dağıldı sevgili blog/günlük her ne haltsan.
Ne diyordum, samimiyet. Açıkçası bunun kurallarını yazmaya üşendim hep. Burada da yazacağımdan şüpheliyim.
Ne kadar doğru bilmiyorum ama şöyle bir gözlemde bulunabilirim. Amerikan halkını samimiyetten uzak bir halk olarak alabiliriz. Personal space, dedikleri aptal ahlak kurallarını meşrulaştıran bir kavramları var ki akıllara zarar. Bunlar gereksiz kibarlıklara, anlamsız öfke seremonilerine, aslında kimsenin siklemediği entellektüel ritüellere yol açıyor. Bu adamlar bizim daha yeni yeni adım attığımız "absürd mizah" ile çıkış yolunu buluyorlar.
-Bir arabaya 4 fil'i nasıl sığdırırsın?
-İki öne iki arkaya koyarak.
Bu tarz skimsonik esprileri teee 1960'larda yapmaya başlıyorlar. Niçin? Çünkü ucu herhangi birine değecek espriler yapmaktan kaçınıyorlar. Bizim niyetimiz o değil ama teknolojinin verdiği farkındalık yüzünden absürd mizah'ı çıkış noktası olarak görmeye başladık. Buna vermeyi en sevdiğim örnek şu: Twitter'da "Kar yağıyor" diyenlerin üstüne "Yine 'kar yağıyor' diyenler çıkacak" diyenler. Yetmezmiş gibi bunun üstüne "kar yağıyor diyenlere laf edenler çıkacak" diyen türevleri peydah olmaya başladı. İnternet gibi neredeyse herkesin eriştiği bir kaynaktan toplumu izleme fırsatı elde eden herkes kendince bir tespit yapıyor. Yani tespit mizahı öldü/ölüyor. En azından çoğunluk için. Tespit ederek gülünmediğini farkeden insanlar abuk subuk şeylere gülmeye başlayacak. 100 sene öncesinin bir beyefendisi gelirse zamandan kopup "nelere gülüyorsunuz lan" diyecektir, emin ol. Şimdi çıkan 6 saniyelik video furyası da insanları olabildiğince absürd şeyler yapmaya itiyor.
Ben kendi kafamı sikeyim. Bundan 3-4 yıl önce aklıma gelmişti "Abi 10 saniyelik videolar çekeceğiz, ve absürdlüğün dibine vuracağız. Bu dediğimi yaz bir yere, çok tutacak" demiştim. Kimse bir yere yazmadığı için girişmedik. Çok üşengeçtik, kameramız yoktu ve dağbaşında bir üniversitede okuyorduk. Ne kadar girişken olabilirdik ki?
Velhasıl kelam düşünmek bana göre değil hacı. Ben makarama bakarım
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)