“Şeyi
ne yapıyoruz?” soru cümlem var benim. İçinde bulunduğum anın
huzursuzluğundan kurtulmak için, sanki bir anda harekete
geçilecekmişçesine, sorarım bu soruyu. Ki kendisi beni daha derin
bir huzursuzluğa iter çoğu zaman. Çünkü hakikaten o şey için
yapılacak hiçbir şey yoktur. Hatta ortada yapılacak bir şey bile
yoktur. Aslında o soruyu sorarken çok küçük bir an için bile
olsa harekete geçebilmenin gücüne o kadar inanırım ki saniyeler
içinde çok ciddi belgelerin imzalanacağını, büyük ihalelere
girileceğini, kazandığımız milyon dolarları sayarken
ellerimizin terleyeceğini, çok yorulacağımızı, ama onun tatlı
bir yorgunluk olduğunu da bakışlarımızla birbirimize
hissettireceğimizi bile düşleyiveririm. Bir de niye o kadar parayı
elle sayıyorsak, o huzursuzluktan kaçma anında bile bir sonraki
huzursuzluğun boyunduruğu altına sokuyorum kendimi. Neredeyse “abi
şimdi yatalım, sabah erken kalkıp sayarız” gibi yalan olacak
bir teklifi nasıl savuşturacağımı düşünüyorum yani o derece.
Ayrıca
öyle büyük bir meblağı elle saymak konusuna değinmişken geçen
gün okuduğum bir haber üzerine kafamda canlanan manzarayı
paylaşmadan da geçemeyeceğim sizlerle, çünkü bir an,
paylaşmazsam bu yazıyı yayınladıktan sonra huzursuz olacağımı
hissettim. Haber Nokia'nın 7.2 milyar dolara Microsoft'a satıldığını
bildiriyordu biz tüketicilere sanki çok umrumuzdaymışçasına.
Sanki asgari ücretin biraz üstü bir paraya çalışıp da iki
maaşına denk gelen bir adet Nokia marka akıllı telefonu henüz
satın almış bir emekçi kahvede keyifle çayını yudumlarken bir
anda bu haberi duyacak ve dünyası başına yıkılacak. Hatta bir
adım ileri gidip elindeki telefona yerinerek bakacak ve sitem edecek
“satılmışsınız hepiniz, yazıklar olsun!” Huzursuzluk öyle
bir şey işte, insanı nerede, ne zaman yakalayacağı belli olmaz.
En mutlu anınızda sinsice giriverir kafanıza. O emekçi
kardeşimizi huzursuzluğuyla başbaşa bırakırsak asıl konumuza
dönebiliriz. Nokia'nın Microsoft'a satılması durumunun kafamın
içindeki tezahürüydü asıl konumuz, biliyorum unutuverdiniz
geldiğimiz şu noktada, sıkıntı yok, huzursuz olmadım, neyse ki
ben unutmamıştım. Şimdi bir grup sarışın, Finli yağız
delikanlı lacileri çekmişler büyükçe bir toplantı salonunda
Microsoft temsilcileriyle görüşme halindeler. Çocuk
evlendirecekleri için belli bir masrafları varmış da ihtiyaçtan
sattıklarını yoksa çok memnun olduklarını falan anlatıyorlar
Nokia'dan. Pazarlıktı, fiş almasaktı falan derken en son 7.2
milyar dolara bırakıyorlar Microsoftçu dayılara. Onlar da
yanlarında getirdikleri çantalardan usul usul yığıyor 7.2'yi
masaya. İçlerinde hafif mahalle delikanlısı havasında, iş
bitirici tipler de var tabii bunların. Bunlardan biri arada atlıyor
ve şöyle diyor: “biz saydık ama, siz de bi sayın isterseniz.”
Sonra garibim o sarışın, efendi çocuklar günlerce o parayı
sayıyorlar o odada. Neyse ki soğuk iklimin insanları oldukları
için sulu şakalar yapan bir tip çıkmıyor içlerinden ve hesabı
kaçırmadan, başa dönmeden sayıyorlar meblağı. Para da tam
çıkıyor ve bir huzursuzluk çıkmıyor en nihayetinde.
Aradan
neredeyse bir ay gibi bir süre geçiyor ve ben bu yazının başına
an itibariyle geri dönüyorum. Huzursuz oldum çünkü, dönüp de
devam edemedim yazıya bir türlü. Kötü mizah başlığı altında
bir uyuşmazlık yaşadım kafamın içinde uzunca bir süre. Uykusuz
ya da Penguen gibi bir dergide okuduğum iki ayrı yazı başlatmıştı
kafamın içindeki bu uzun sorguları. Yazarın biri oruçluyken
yanında oturan bir adamın bir bardak su içişini paragraflarca
anlatmıştı yazısında, tam da ortaokul mizahı kafasıyla
yapmıştı bunu, zaten bir adım sonrası da Şafak Sezer filmi
kategorisine tekabül ediyordu. Diğer bir yazar da o kötü yazının
belki de onda biri kadar bir yazı yazmıştı meyve sebze ile
beslenen sakin bir müslüman aleminin domuzla beslenen hırslı
hristiyan egemenliğiyle baş etmekte zorlanacağını anlatan. Tek
kelimeyle mükemmel bir bağlantı çekmişti doğu-batı
meselelerine yemek muhabbeti üzerinden. Gerçek bir mizah duygusu
vardı işte o yazının içinde. Kaliteli bir iş yapılmak
isteniyorsa eğer o duygu yakalanmalı bir noktada. Kötü mizahın
vereceği huzursuzluk duygusunu hasbelkader yazısını okuyan bir
insana yaşatma lüksü olmamalı bir yazarın. Yazıya dönüp
baktığı anda oradaki huzursuzluğu görüp çıkarmalı. Ya da
dürüst ve samimi olmalı, “Hacıto, bak bunu okuyorsun ama şöyle
bir huzursuzluk kaygısı da yok değil içimde” diyebilmeli
okuruna. En azından kendini geliştirme yolunda ilerleyen bir yazar
için olmazsa olmaz bir kaygıdır, sorgudur bu kanımca.
Daha
fazla uzatmamak gerektiğine olan inancımın ağır bastığı
saniyeler... Burada sizlerle paylaşacağım bu ilk yazıyı belirli
huzursuzluk süzgeçlerinden geçirmek durumunda kaldım. Böyle
huzursuz bir adamım ben işte. Daha büyük huzursuzluklarla, daha
iyiye birlikte ulaşmak dileğiyle...
Bu
arada, şeyi ne yapıyoruz?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder