30 Aralık 2013 Pazartesi

Figüran

Dizi piyasasının sessiz kahramanlarıyla, figüranlarla, iki set arası sigara molasındayız. Figürlerden biri “Anlatılanları anlamıyor rolünü nasıl yaptım ama?” diye sordu. “İnsanın kendini oynaması gerçekten çok zor” dedim çocuğa. Apışıp kaldı. Beni haklı çıkardı yani.

Figüranlığın sonu yok. Gerçek hayatta yapmayacağın işleri yaptırıyorlar sana. Normalde bir işçinin yevmiyesi 50 lira. Koy bir kamera, “Kardeşim sen bugün işçiyi oynayacaksın, rol icabı şuraları vidala” de, 30 liraya aynı işi yaptırabiliyorsun. Şaka gibi ama gerçek. Ucuz işçiden daha ucuz. Bir çok insan da bunu yapmaya meyilli, çünkü gün gelecek ve ‘biri onları keşfedecek.’ Kameraya daha yakın durursa ünlülüğe bir adım daha yaklaşacağını zanneden insanlarla dolu ortalık.

Ben mi? Ben işin eğlencesindeyim. Bir bar sahnesi çekimi olur, kızlarla tanışırım, olaylar gelişir. Bunun peşindeyim. Gerçek bara gittiğimde kızlarla tanışamıyorum çünkü. Ama insanın her istediği olmuyor bu hayatta. Şansıma Osmanlı dizisi denk geldi. Full erkek. Bir haremağası rolü verselerdi bari. Ola ola yeniçeri olduk. Durup dururken askere gitmiş oldum yani. Ya bari yönetmen kadın olsaydı. Libidom sayesinde kendimi gösterirdim belki. Ünlülük hayalleri beni de sarıyor. Yolda insanlar durduracak “Aaa bu Muhteşem Yüzyıl’ın 120.bölümünün 52. dakikasının 17.saniyesinde görünen yeniçeri değil mi? Merhaba, çok güzel koşmuştunuz o bölüm. Sanatçı olmak nasıl bir his?” Bu tarz sorular soracaklar bana.
 
"Kim bu muhteşem figüran? Hemen odama yollayın!"
Derken Kenan İmirzalıoğlu’yla kaynaşmaya çalışan set çaycısına takılıyor gözlerim. “Abi ne güzel bağırdın be adama, keh keh” diyor. Adamın senaryo gereği yaptığı kabadayılığı övüyor. Defalarca aynı sahneyi çekmeye çalışıyoruz. Bunun bir rol olduğunu anlayacak süresi boldu aslında. Ben Kenanımın yerinde olsam (samimiyete gel) basardım tokadı “Rol yapıyorum lan! ‘Heeyt’ diye bağır yazıyor senaryoda. Ya ne yapacağıdım” diye bağırırdım. Gerçi bu yalaka çaycı yine de överdi “Abi gene güzel bağırdın” diyerekten. Figüranlık da yapıyor çaycı, ama yine çaycıyı oynuyor. Ünlülük onu bozmuyor yani.

Sigaramı karizma bir şekilde fırlatarak bunların yanına gidiyorum. Çaycıyı safdışı bırakarak Kenan’ın koluna giriyorum.

-          Seni çok darlıyorlar be haceliz... Al yak bir tane. Diye pakedi uzatıyorum.
-          Yok ben kullanmıyorum sağol.
-          Ya bu senin sevdiğinden. Komikli sigara, dalga, gogo, cey
-          Ne?!?
-          Yav CD işte. Sen öyle demişsin polis raporlarına göre. “Abi CD getir” gibisinden.
-          Vallaha mı? Fişekle bakali.
-          Ulan iki saniyede jargonun değişti ha. Ne adamsın... Şşt, tamam çok körükledin

Böyle böyle placebo etkisiyle kafaladım Kenan’ı. Ben buna bir dayı taklidi yaptım “Yeğeeeeen” diyerekten. Adam resmen gülme krizine girdi. “Yapma oğlum, sahnem var” falan demeye başladı artık. Resmen benim insafıma kaldı herif. Daha Stv’de oynamış mı onu soracaktım. Ama “Tamam lan, hadi git oyna sahneni” diyerek sırtına vurdum. Oğlumu gerdeğe yolluyormuşum gibi hissettim. Set çaycısının yanına gittim. “Ver bir çay” diye nispet yaptım emir verme tonunda. Hasetten çatladı resmen. Tabii lan, çayla oyuncu mu kandırılır?

Sonra Kenan’dan çatlak bir ses geldi “Heeeeeeytehehhehheh.” 

23 Aralık 2013 Pazartesi

Martı

Bugün feribottaydım. Boş zamanlarımda feribota binmeyi severim. Ağabeyimle favori oyunumuzu oynuyorduk. Oyunun adı “bir şeyleri kadına benzetme” idi. Mesela ben “otobüs kadına benzer, aniden kalkınca bir yerlerine tutunmak istersin” diyorum. O da “küçük çay bardağı kadına benzer, öyle bir tınısı var” şeklinde cevap veriyor. Bazen tam tersi olan “kadınları bir şeye benzetme” adındaki oyunu oynuyoruz. Mesela “kadınlar buluta benzer, iki tanesi bir araya gelince fırtınalar kopar” diyorum. O da “kadınlar basketbola benzer, çünkü ikisini de çok seviyorum” şeklinde cevap veriyor. Gördüğünüz gibi abim tam bir embesil. Hiç güzel oynayamıyor oyunu. Hem bu yüzden hem de kadını daha fazla metalaştırmamak adına oyunu bırakıyoruz.

Martıları simite alıştıran güzide halkımızın bir bireyini iş üzerinde yakalıyoruz. Martı doyurmanın neden keyif verdiğini tekrar anlamıyorum. Adama bakıyorum, keyif alıyor evet. Martılara bakıyorum bir skim anlamıyorum. Bir değişiklik, bir haz gelsin mevzuya diye adama gidip diyorum ki “Abi elden yedirsene hayvanları.” Yüzüme şaşırarak bakıyor “ısırırlar, korkarım” diyor. Ben adama arkadan yaklaşıyorum. Elimi elinin üstüne koyuyorum “korkacak bir şey yok” diye kulağına fısıldıyorum. Korkacak bir şey olmadığını gösteriyorum ve ilk martı gelip simidi elinden alıyor. Ne kadar mutlu olduğunu görmeliydiniz.

"Abi fazla vaktim yok. Şunu alıp kaçıcam yüksek müsadenle"

Bu yakın seanstan sonra biz feribotun kantinine gidiyoruz. Çaylarımızı yudumlarken “hangisi hangi  ülke?” tartışma panelimizle kantine bir renk getirmek istiyoruz. Bu oyun çevremizdeki insanlara bakarak hangi ülkeye benzediklerini bulmak. Lakin kantindeki insanların hepsi Türkiye resmen. Hani çok garip davranan birini bulsak Japonya diyeceğiz. Ne bileyim, uzun saçlı metalci birini bulsak İsveç diyeceğiz. En olmadı bir zenci olsa, bildiğimiz bir Afrika ülkesini söyleyip eğleneceğiz. O da yok. Ucuz eğlencemize mani olmak isteyen dış mihraklar garip insanların bota girişini engellemiş olmalı.

Bize eğlence haram galiba diye düşünüyoruz. Kantinden tekrar güverteye çıkıyoruz. Güvertede akıl almaz bir martı yoğunluğu var. Geminin kenarında değil, resmen başımızın üstünde uçuyorlar. Baktığımızda yaşlı teyze ve amcalarıyla, fotoğraf çektiren gençleriyle, sağdan soldan herkesin, martıları elden beslediğine şahit oluyoruz. Olanları farkettiğimde gözlerim yaşlarla doluyor. Bir trend başlattım resmen. Kemik gözlüğü dünya üzerinde ilk takan insanın neler hissettiğini anlar gibi oluyorum ufaktan. Ama gerçek bir hipster’ın yapması gerektiği gibi hemen “martıyı elden besleme” modasından soğuyorum. “Ya bu da çok mainstream oldu” diyorum abime.

Martıyı elden beslemeyi öğrettiğim adamı arıyor gözlerim. Niyetim yakasına yapışıp “senin için hiç mi özel değildi yaşadıklarımız? Orospu gibi herkese göstermişsin. Şimdi keyif aldığım bir hareketi senin yüzünden yapamayacağım. Mainstream oldu diye yapamayacağım” diye haykırmak istiyorum. Adamı bulamıyor gözlerim. Her taraf martı dolu. Bari sinirimi martılardan çıkarayım diyorum ve bağırarak güvertede koşturuyorum “HAAAYYIIIIRR!”

Hayvanlar benden kaçarak etrafa dağılıyorlar. Ama çok korktuklarından mıdır nedir, havalandıkları gibi patır patır güverteye sıçarak uçuşuyorlar. Tüm martıyı elden besleyenler kuşların gazabına uğruyor (bir de abim). Benden kaçtıkları için kuşlar, ben etkilenmiyorum bir tek. Resmen Zeus’un tanrıcılık oynayan kullarını cezalandırmasına benzetiyorum sahneyi. Mizanseni tamamlamak için parmağımı tehditkar bir şekilde savurarak “Elden martı beslemek sadece benim işim, bunu bir kenara yazın!” diyorum.


Bu da böyle bir anımdır...

19 Aralık 2013 Perşembe

Dans

"İlgi çekmeye çalışıyor" dedi balıkçı kendi kendine. Ona hak verdiler. "O zaman ilgi göstermeyelim" dedi turşucu kendi kendine. Gerçekten de bir süre boyunca dans eden kadınla ilgilenmediler. Herkes meşguldü zaten. Yolu buradan geçenler çoktu. Yolu buradan geçenlerden para kazananlar da çoktu. Bu kadınla ilgilenecek vakit yoktu.

Bir süre ilgilenmediler. Ama kadın hala dans ediyordu. Kimse ilgilenmemesine rağmen niye hala dans ediyordu bu lanet kadın? Giderek daha çok insan, kadının dans etmesini fark ediyordu. "İlgi çekmeye çalışıyor" dedi baharatçı, balıkçıyı tekrar ettiğini bilmeyerek. Doğru tespitleriyle nam salmıştı zaten kendisi. Yoldan geçenler dönüp bakmaya başladılar kadına doğru. "Meczup herhalde" dedi emekli öğretmen. "Cık cık cık, zamane gençliği" dedi bayramı kutlanmamış bir dayı. "Lanet olası gavurlar" dedi gizlice amerikan filmleri izleyen bir din adamı.

İlk defa bir grup genç bu konuda fikir alışverişinde bulundu "Bak lan tipe bak, mal galiba." Gençler durup kadını izlemeye başladılar, bir yandan gülüşüyorlardı "Nihoha, mala bak nasıl da dans ediyor, hoho" şeklinde. Ama gülmeleri ufak ufak azaldı. Bu tip mal değildi galiba? Güzel dans ediyordu çünkü. Hormondan oluşan bir (er)genç kadını çekici bulmaya başlamıştı bile. Peki mal değilse bu kadın neden dans ediyordu?

"İlgi çektin işte, amacın ne?" şeklinde düşündü, kadının ilgi çekmeye çalıştığını düşünenlerin temsilcisi, mendilci. "Meczupa da benzemiyor. Kıyafetleri güzel" dedi, bir diğer düşüncenin temsilcisi olan, bir diğeri. Temsilciler, giderek kadın hakkında düşünülenlerin yanlış olduğuna kanaat getirdiler. Kimse mi doğruyu düşünmemişti? Bu kadın deli olabilir miydi? Kadın birazdan para isterse herkes rahatlayacaktı. Kalabalık giderek büyüyordu. Telefonlular ırkı da oradaydı. Aslan Kral'ı kaldırır gibi kaldırmışlardı telefonlarını. Orada olmayanlar için tarihi kaydediyorlardı. Orada olanlar içinse görüntüyü bozuyorlardı. Ne kadar da ince düşünceler. Bu kalabalığın tek ortak özelliği, bulundukları yere Eminönü demeleriydi.

Nihayet küçük bir çocuk kadının neden dans ettiğiyle ilgilenmeden onu direk sevdi. "What a lovely woman!" diye düşündü.

Çocuk turist çıktı lan... Bir saniye türkçe bilen bir çocuk bulayım.

...

"Ehehe, dans" dedi çocuğun biri. Çocuk kadınla beraber dans etmeye başladı. Ya da kadın çocukla beraber dans etmeye başladı. Kimse neden bu kadar uyumlu olduklarını anlamamıştı. Bu kadının büyüleyici dans etmesinden mi, yoksa çocuğun dans yeteneğinden mi bilinmez ama çok uyumlu dans ediyorlardı.

Her neyse, kalabalık rahatladı. Kadın hakkında iyi şeyler düşünmeye başladılar. "Performans sanatçısı galiba" dedi birileri. "Bir şeyin reklamını yapıyorlar kesin" dedi gizli kamera arayan birisi. Gizli kameraya gerek mi kalmıştı canım? "Ne oluyor lan, bu ne kalabalık?" diyenler vardı. Meali "Birazdan o kalabalığa dahil olacağım." Kalabalık giderek büyüyordu. Kadın sadece çocukla değil, artık kalabalıkla da dans ediyordu. Kadın nereye doğru dans ederse etsin onunla beraber hareket ediyorlar. Çevresinde oluşturdukları çemberi koruyorlar. Bu güzel kadının kutsal alanına müdahele etmek istemiyorlardı. Arada bir kadınla dans eden cesur tipler oluyordu ama iki üç figürden sonra yerlerine dönüyorlardı. Kadının etekleri olmuştuk adeta.

Tanrım ne kadar güzel bir gün. Bu kalabalığın içinde olduğum için çok mutluyum. Kafalardaki seslerin azaldığını hayal meyal hatırlıyorum. Ben de bunları farketmeyi bıraktım artık. Ben de sessizim. Herkesin düşünceleri sessiz, herkes mutlu. Tanrıya bu kadar yakın olmamıştık sanırım. Dans cemaati...

...

Tekrar çevremi farketmeye başladığımda tanrıya yakınlığın sebebinin belki de camide olmamız olduğunu düşünüyorum. Yeni Camii. Mutlu değiliz artık. Çember küçülmüş, kadına bağrışan tipler var. "Camide bunları yapmaya utanmıyor musun?" diyen adamlar. Kalabalık da öfkeli, oysa onlar da yeni uyandı. Artık güzel bir kadın değildi bu, çünkü değerlerimize hakaret etmişti. Evet evet, dış mihraklar yollamıştı kesin. Kesin değerlerimizle alay etmek isteyen güçlerin oyunuydu bu. Çünkü değerlerimiz değerliydi. Değerlerimiz bize cenneti tattıran bu kadından daha değerliydi. Bu şeytanın dölünü anında oracıkta katletmeliydik. Evet, evet.

...

Evet sevgili seyirciler. Bir güzel şeyin daha yobazlık ve bağnazlık yüzünden yok olmasının sonuna geldik. Ana haber bülteninden bu kadar. İyi akşamlar...

Not: Din'i aşağılamak küçümsemek maksadıyla yazılmamıştır. Din'e en çok burun kıvıranlar, son 3 gündür ayyuka çıktığı gibi, paraya tapan yöneticilerdir.

15 Aralık 2013 Pazar

Bir Bira

Geçen gün bara gittim. Eve doğru sakince gidiyordum oysa ki. Bir anda “dur lan bira içeyim” gibi bir düşünce oluştu kafamda. Genelde düşüncelerin nereden geldiğini takip edebiliyorum. Ama bu o kadar ani geldi ki, çok mantıklı geldi. O kadar ani geldi yani. Neyse gittim bara aniden ben de. Çünkü mantıklı olan oydu o anda. Ani gitmek. Çok ani geldi düşünce, çok özgüvenli geldi. Ben de kendimden emin davranmak zorundaydım. İçimde bir ses “Niye lan?” derse diğer kararlı ses “Neden olmasın?” der diye çok korktum. Çünkü gerçekten neden olmasın? Yani olmayabilir tabii, ama o kadar ani olmayabilemaz (amaçlarım doğrultusunda fiil ürettim resmen).

Gittim bara. Güzel, sıcak bir ortama benziyor dedim (karı kaynıyor demiş de  olabilirim). Bara doğru gittim. Zaten bara gitmiştim, ama bir kere gitmek kesmedi muhtemelen. Barda da olsam tekrar bara doğru gitmek istedim. O kadar ani çünkü. Neyse. Ama gerçekten bara gitmek böyle bir şey benim için. Bara gidenin yeri barmenin dizinin dibidir.

Oturdum barmenin karşısına. Gülümseştik falan. Dedim “Ne zamandır bu barda çalışıyorsun?” Niyetim güvenini kazanmak ve kendisinden ortamın renkliliği hakkında fikir almak. “Evet ne istemiştiniz?” diye sordu. Benim niyetim “Abi karı kız durumu nasıl bu akşam?” samimiyetine gelmek adamla. Ama muhtemelen beni duymadı. İşaret diliyle bira içmek istediğimi gösterdim, ama barda olmasak su içmek şeklinde anlaşılabilecek karaktersiz bir hareket yaptım.

"Benim ne işim var lan bu yazıda?"
Barmeni hemen kafeslemem gerekiyordu. “İsmin nedir?” diye sordum. Bana baktı ve gülümsedi. Ben de ona gülümsedim. Bir süre öyle bakıştık. Ters giden bir şeyler vardı. Çok boş bakıyordu. Karşımdakini dinlemeyip dinlermiş gibi yapmışlığım çok var. O boş bakış. Bu barmen dinlermiş gibi yapmayı da mı beceremiyordu acaba? En gerekli sosyal yeteneklerden birisi oysaki. Ama yine duymamış olabilir. Esprili bir yaklaşım uygun olur diye düşündüm. “Barmenler komedyen terk şeklinde takılır!” genellemesi işime yarayacaktı bugün. “Abi sen de karate filmi izledikten sonra kardeşini dövüyor muydun? Heh heh, ne günlerdi bea? Di mi?” diye sordum. Yine duymadı. Ya da yine sallamadı. Ya da “Hayır” dedi ve ben duymadım. Bu şüphe beni öldürebilir. Sallamıyorsa ona göre taktik belirlemem lazım. Ama elimde hiç veri yok barmenle alakalı. Keşke facebook gibi “Duydu 21:06” şeklinde bir şey belirse göğsünde falan.

Biramı yudumlamaya başladım. Bir süre ortamı kokladım. Neler konuşuluyor, yaş ortalaması kaç, duvarlarda neler asılı vs. Sonra bir kadınla göz göze geldim. “Evet,” dedim “ben bakılası bir insanım. Bana bakmamak elinde bile değil farkındayım. Sen de fena bir şeye benzemiyorsun. Hoş bir kadın olma ihtimalini değerlendireceğim” bakışımı takındım. Ama ters giden bir şeyler vardı. Kadın yanındakiyle fısıldaşarak gülüşüyordu. Yanındaki de bana bakıyordu ve o da fısıldaşarak gülüşüyordu. Keşke benim yanımda da biri olsaydı da fısıldaşarak gülme misillemesi yapabilseydik. O zaman görürlerdi kim daha iyi fısıldaşarak gülüşüyor. Gittim yanlarına. “Neler oluyor kuzum?” diye sordum. “Barmen sağır, sen hala anlamadın mı?” diye sordu. Ve bu sefer sesli güldüler.

Konuştuğu insanın sağır olduğunu bilmeyen insan oldum resmen. Durup dururken klişeleşmiştim. Utanarak çıktım oradan.


8 Aralık 2013 Pazar

Çayla Bizi

Bu genç bir adamla yaşlı bir adamın hikayesi.

Gencin hayatı bahar gibi gerçekten. 21 yaşında. Hem birçok şey öğrenmiş, hem de birçok şey öğrenmek istiyor. Yaşlı adam ise yaşını sorunca söylemiyor. Bazı şeyleri çözdüğünü sanıyor, bazı şeyleri gerçekten çözmüş. Bu ikisi gizli bir anlaşma imzalamış gibi hep aynı çaycıda karşılaşırlar. Bazen biri geç kalır, bazen diğeri.

Yaşlı adama sorsalar, bu kalabalık çaycıya kafa dinlemek için geldiğini söyler. Genç adamsa kafa dağıtmak için. Genç olan, çayla sigara içer. Yaşlı olan, sigaranın yanında içer çayını. Genç adam, not defteriyle gezer, sürekli yazı yazar. Yaşlı adamsa sürekli kitabıyla gezer, onu okur. Genç adam "Nasılsın?" diye başlar cümlesine, yaşlı adam "İyi değilim" diye. Birbirlerine hiç benzemezler, nasıl olsa biri yaşlı biri genç öyle değil mi?

Sürekli gelirler bu çaycıya. Bazen birinin beklentisi çoktur, diğerinin yoktur. Bazen sadece bir tanesi gelir, ama mutlaka karşılaşırlar. Birbirlerini hiç merak etmezler. Değerse bile gözleri, hissizdir. Genç adam çok meraklı olmasına rağmen bir gün bile durup "Acaba yaşlanınca bu adam gibi mi olacağım?" diye düşünmemiştir. Yaşlı adam ise asla "Tsh zamane gençliği işte" diye küçümser bir gözle bakmamıştır. Bu sessiz anlaşmanın farkında değil gibidirler. Çaycının sessiz gardiyanları. Adeta iki farklı insan gibidirler. Bir saniye, zaten farklı kişi değiller miydi?

Bir gün çok ilginç bir olay olur. Kalabalıktan birisi "Herkese benden bir çay!" diye bağırır. Bunu neden yaptığını gerçekten kimse anlamaz. Belki herkesin hayatına iki saniyelik bir öpücük kondurmak istemiştir, çaylı çaylı ohh, miss. Belki de kpss'de puan yapabilmiş, ve milletvekili olan pilavlı amcasının, onu sular idaresinde güzel, sigortalı bir işe alacağının haberini almıştır. Belki teyzesinin kızı evlenecektir ve orada kendisine güzel bir kısmet bakacaktır. Belki Fransızcayı sökmüştür. Belki sevdiğinin sevgilisinden ayrıldığını duymuştur. Belki sosyal bir deney yapıyordur. Kimbilir belki de usb'yi tek seferde geçirdiği için çok sevinmiştir. Ama sevinmiştir işte ve bunu herkes hisseder. Zaten hikaye onun hikayesi değil, o yüzden kimse bilemez.

Herkes bu coşkulu insanla beraber, coşar. "Hehe keriz çayı" demez kimse. Gerçekten bir festival havası oluşur. İnsanlar konserde kadeh, çakmak, telefon kaldıranlar gibi çaylarını kaldırır. Bu muzaffer gününde, bu insanın yanında olabilmek için. "Bugün de sen mutlu ol bari" derler çaylarını kaldırırken. Herkesin yüzünde bir gülümseme vardır. Uzun ve yorucu bir savaştan dönmüş gibi hisseder insanlar.

Sadece yaşlı adam ve genç adam kalabalığa dahil olmaz. Onlar bu dayanışmayı nerede görmüştü en son? Gezide mi? Genciyle yaşlısıyla herkes oradaydı öyle değil mi? Önemli değil. Onlar bugünün barışma günü olduğunun farkındadır. Nihayet anlamlı, dolu bir şekilde birbirlerine bakarlar. Birbirlerinin varlığının farkında olduklarını, birbirlerine hissettirirler. Sadece onlar çaylarını birbirlerine doğru kaldırır. "Seni tanıyorum" der gözleriyle. Konuşacak o kadar çok şey var ki...

...

Genç adam yazdıklarından başını kaldırır, yaşlı adam ise okuduğundan. Ortada herkese çay ısmarlayan biri yoktur. Bir an bakışırlar, neredeyse birbirlerini merak edeceklerken önlerine koyulan çaylarla dikkatleri dağılır.

Geleceğim sana Zanzibar. Şakası yok

2 Aralık 2013 Pazartesi

Televizyonda Sabah Kuşağı

Şimdi sevgili okur, sizle önce komik bir şey paylaşayım ki sonra bana daha kolay gülün.

Sabahları 5'te uyanıyorum bir kaç gündür. Neden yapıyorum bilmiyorum ama durup dururken alışkanlık edindim, gece 12'de bayılıyorum falan. Erken uyumak değil, erken uyanmak beni yaşlı hissettirdi asıl. Çünkü tam yaşlıların uyandığı saatler. Tamam güneşin doğuşunu izlemek falan güzel şeyler bunlar ama televizyon ağzına sıçıyor resmen. Doktorlar çıkıyor yok şöyle oturma yok şunları kesinlikle yeme. Lan dur bir saniye, daha ayılamadım, akşamdan kalmayım, sen bana sağlık diyorsun. Akşamdan kalmalığı falan düşünürken Stv'yi açıyorum mütemadiyen. Çünkü benim bütün mizahım Stv'den geliyor. Bir komedyen inceliğinden yoksun olduğumdan mıdır nedir, Stv beni çok eğlendiriyor.

Akşamdan kalma falan demişken, taksimde içip içip sabahlamalarımdan tanışıklığım olan bir adam var. Kendisi sabaha kadar içmesine, hatta 35 civarı yaşlarda olmasına rağmen bizlerden daha enerjik birisi. İlginç de bir tip bir yandan. Ulan herifi Stv dizisinde gördüm sabah sabah. Hiç güleceğim yoktu. Sen sabaha kadar biraz felsefik biraz piçimsi ağızlar yap, inanılmaz rahat bir adam izlenimi ver, sonra gel Stv'de vur ensesine al lokmasını saflığında bir adamı oyna. Stv iyi adamlarının en önemli sahnesi olan "son sığınak beddua" oyunculuğu da çok güzeldi gerçekten. Stv filmlerinin belli bir algoritması var. Ağır ağır konuyu işler, ufak ufak climax yapar, aşırı kötü adam kötülüğe doyamaz (ama çay içer), sonra bedduayla ulti yer ve anlarsın: Birazdan film, bir Guy Ritchie filmi edasında, abuk subuk olaylar örgüsüyle o bedduanın gerçekleşmesini sağlayacaktır.
"Hacı (!) makarayı kes. Geçen yine abdest alıyorum..."

Bunun dışında ağzım yüzüm dershane oldu. "Dershaneler kapatılırsa biz ne yaparız?" diye ağlayan teyzeler vardı. Adamların habercilik anlayışı da filmleri gibi.

Ama gerçekten bu gündem mevzusunda aklıma takılan bir durum var. Bizim gündem neden magazin gibi lan? Türkiye'de resmen popçunun, artisin reklam değeri kalmadı. Zaytung derinlemesine taşak geçmiş bu durumla, o yüzden konuyu çok kapsamlı düşünmedim. Ama zengin insanların savaşını bize de yaşatıyorlar lan zorla. Ben bir fikir belirtsem bile günün sonunda hiçbir kazancım olmuyor, bana hiçbir yararı olmuyor. Ev geçindirmekte bile zorlanan adam "Bence de dershaneler kapatılsın" diyor. Hacı ne yoruyorsunuz bu adamları?

Bunun dışında başbakan'ın "ulan" demesi bile gündem oluşturmaya yetti. Hani gezi olaylarında öğrenmiştik fake gündemleri görmezden gelmeyi. Bu sefer "alın bu hafta bunu tartışın" bile demedi, resmen mallık bizde. Biz böyle yaptıkça "İnsanlar bende sorun bulmaya çalışıyorlar, demek ki saldıracak bir şey bulamıyorlar" şeklinde daha cüretkar oluyor. Gezi olayları esnasında "Erdoğan'ın cevap verme algoritması" şeklinde bir yazı yayınlamıştı bobiler kurucusu. Biz hala kelimelere takılıyoruz.

Neyse, hepimizin ortak düşmanı para aslında. Bunu bir kişisel gelişim kitabından kopmuş gibi olmadan nasıl anlatırım bilmiyorum ama deneyeceğim. Samimiyet üzerine konuşacağız.