6 Ağustos 2014 Çarşamba

İlluminati'de Memur Olmak

İlluminati'de yine sıradan bir gündü.

Sabah simidini almış ofise doğru yollanmaktaydı. "Vaaay Erkan abi nasılsın? Çocuk döndü mü askerden?" şeklinde esnafa selamlarını çaktıktan sonra, besmeleyle ofisin kapısını açtı. Tahmin ettiği gibi ofiste kimsecikler yoktu. Saat 8.30'da ofiste olan bir tek kendisiydi. Bunu müdüre bildirmek için tekrar aklının köşesine bir not aldı.

O gün yapılacak işlere bir göz attı.

1) Kaynakçıyı arayıp üçgenleri sormak
2) Türkiye'nin sabrını İsrail'e zorlatmak
3) Stüdyo Necati'den ayin fotoğraflarını almak

"Güzeeel" diye düşündü. Hemen hanın çaycısından bir çay istedi ve o günün gazetesini okumaya başladı. Hanın çaycısı geldiğinde ona yanlışlıkla "Bugün git yarın gel" dedi. Hay allah, diye özür diledi. Ağız alışkanlığı işte.

Yıllar evvel işsiz kaldığında sarı sayfalarda görmüştü bu işin ilanını. "KPSS'den 80 üstü alan. Çay içmeyi seven ve onurlu iş arkadaşları aranıyor" diye bir ilan. KPSS puanıyla işe aldığını görünce insanlar buraya hiç başvurmamış olmalıydı. Çünkü herkes KPSS puanı soran bir yerde işe girmenin ne kadar imkanlı olduğunda şüpheliydi. Oysaki gerçekten KPSS puanıyla işe alan nadir kurumlardan biriydi burası.

İşini seviyordu, her gün türlü atraksiyon olsa da o bu kurumun yazı işleriyle ilgilenen sakin bir bireyiydi. Aldığı belliydi. 1600 tl+sınırsız çay+yol+prim+siyah cüppe. Patronunu seviyordu, tek kusuru biraz şeytana tapmasıydı. Hem nolmuş canım birazcık şeytana tapsan? Maaşını tıkır tıkır veriyordu. Kıskananlar çatlasındı.

Biraz gazete keyfi yaptıktan sonra biri ofise hışımla daldı.

- Sabah 6'ya grup seks yazmışsınız bu ne rezalet? Lütfen bunu derhal düzeltin! diye bağırdı. Tanınmış bir işadamıydı.

Hem gazete keyfinin bölünmesinden dolayı hem de ilgisiz insanların yetkili sayıldığı bu dünyaya ayak uydurmak için kafasını gazetesinden hemen kaldırmadı. Gazetesini yavaşça katlayıp kenara koydu. Elini uzattı hiçbir şey söylemeden. İlluminati onaylı grup seks belgesine bir göz attı. Gerçekten de sabah 6'ya grup seks yazılmıştı. Aslında bu işle kendisi değil grup seks departmanı ilgileniyordu ama yine de belgeyi uzun uzun inceledi.

- Benim bildiğim, rockefeller mühürlü, rotschild imzalı bu belgeler değiştirelemez. Muhtemelen diğer saatler dolu olduğu için sizin grup seksi bu saate yazmışlar.
- Ya kardeşim manyak mısınız? Sabah 6'da grup seks mi olur?
- Fena mı olur? Sabah sabah spor niyetine iyi gelir işte.
- Siz benle dalga mı geçiyorsunuz?
- Belli ki yeterince tanınmış bir işadamı değilsin. Git adam gibi grup seks saatini hak et de gel. dedi.

Ayın Elemanı

Bugün de birine laf sokmuş olmanın haklı gururunu yaşıyordu. Keyifle çayını yudumlamaya ve gazetesini okumaya devam etti. Gün bu şekilde gelip geçti. Ayin kıyafetinin gelmemesine sinirlenenler mi dersin, İsrail'de iç savaş çıkarayım derken anca polemik yaratabilenler mi dersin, hatta bir ara bir rockstar bile geldi:

- Ya ben 27 oldum şimdi... İntihar edeceğim de, bonzaiyle mi etsem diyorum? Daha önce hiç yapılmadı.
- Valla bonzai çok ayağa düştü be. Ben yine yazayım dilekçeni de tavsiye etmem. Bütün rock kariyerince edindiğin cool'luğu bir anda harcarsın.
- Ne bileyim, farklı bir şey yapayım istiyorum bu sefer...
- Ya bilemedim ki şimdi. 28'i beklesen? Neyse ben yazıyorum dilekçeni, yine sen bilirsin.

Günlük rutininde olan şeylerdi bunlar. Ayin mumu toptancısı, konsolosluk diye yanlışlıkla taşlanan bina, stv dış mihrak yazarı vs. çeşit çeşit her alandan insanla tanışmak mümkündü. Zaten çeşit çeşit insanla tanışabileceği meslekler her zaman kendisini çekmişti. Mesela taksicilik mesleği ne acayipti acaba? Bu tarz hayallere dalmışken içeri Rihanna girdi.

- Merhaba, ben üçgenleri almaya gelmiştim?
- Aaa tabii buyrun Rihanna hanım. Nasılsınız? Sıhhatiniz yerinde inşallah? Bir çay koyayım?
- Teşekkür ederim. İyiyim iyiyim, yalnız acelem var biraz
- Tabii tabii, bakın hemen şu torbanın içine koydum. Buyrun
- Tamamdır sağolun. İyi çalışmalar size.
- Ya Rihanna hanım. Bir ara görüşsek şöyle bir başbaşa? Çok hoş bayansınız...
- Benim programım çok dolu. Uygun olursam haber veririm.


Bir tek bu problem vardı işte. Hayatında bir kadın yoktu. Modern zamanlarda aşk gerçekten çok zordu. Daha sonra masada duran grup seks kağıdına baktı. Adam giderken unutmuş olmalıydı. Belki hayatının aşkını tanıması için bir fırsattı bu. Kim bilir?

23 Temmuz 2014 Çarşamba

Merhaba Sağ Beyin, Sol Beyin Sana Saygılarını Sunuyor

Aradan 10 hafta geçti ve tekrar karşındayım sevgilim.

Uzun zamandır buraya bir şeyler yazmamamın bazı sebepleri var.

Bunlardan birincisi hala üşengeç bir piç olmam. Bu bir anlamda iyi bir şey; çünkü buraya kalite kokan şeyler yazmak istiyorum ama buna üşeniyorum.

Bugün aslında güzel, kurgusal, hayal kurduran şeyler yazmak için oturdum sana ama yine içimde kendimi anlatmak isteyen tarafım baskın geldi. Kendimle ilgili düşündüğüm şeyleri belki sen de düşünmüşsündür, belki beraber bir tümevarım yaparız ha ne dersin?

İkincisi, benim derin duygu değişimlerimi ve bu değişimin oluşturduğu karmaşık düşünceleri artık sadece kendimle paylaşmaya başladım. Bir nevi kendimin kişisel gelişim uzmanı oldum. Ama kendim hakkımda çok genel bir şeyi seninle paylaşacağım. Son iki yıl için doğru, belki biraz daha doğruluğunu koruyacak. Belki de yazarak atacağım bazı şeyleri. Bunu zaman gösterecek.

Yazı bittikten sonra gelen edit: Çok uzun ve çok kişisel oldu. Kendinizden bir şeyler bulma ihtimaliniz nedir inanın hiç bilmiyorum ama sıkılabilirsiniz baştan uyarayım.


"Bak bebeğim sana denizin dibi geyiğini tekrarlıyorum. Ne kadar klişe di mi?"


Bugün felsefeci arkadaşımla Hume okuması yaptık. A Treatise of Human Nature eserinin girişi: Of the Origin of our Ideas. Düşünce (Idea) ve edinim (Impression) arasında bir ayrım yapıyor. Burada edinimler için tüm hissettiklerimizi dahil edebiliriz diyor; tutku, duyularımızla algıladıklarımız, sempati vs. kısacası duyularımızla algıladığımız her şey (ve dolaylı olarak kompleks olanları, özlemek gibi). Düşünceler de nispeten bunlardan arınmış, düşünme eylemiyle yaptığımız şeyler. Daha matematik, daha mantıksal. Adamın iddiasına göre her basit düşünce basit bir edinimden doğmuştur. Yani kompleks edinimler (yüksek dozda adrenalin gibi, veya aşık olmak gibi) beraberinde kompleks düşünceler getiriyor. Emin olun zeki olmak sadece düşünmek değil. Bu kompleks düşünceleri duyabilmek bile bir zeka göstergesidir. Ben kompleks şeyler bile yaşayamadım henüz, bırakın düşündürdüklerini.

Yıllarca sol beyniyle yaşamak zorunda kalmış (mühendislik okuyarak mesela) biri olarak karmaşık duygular hiç bana göre değil ama yavaş yavaş oralara adım atıyorum. Daha matematik, daha mantıksal yere kaçıyorum baş edemeyince. Daha duygusal yoğunluklara o kadar da alışık değilim. Henüz bende oluşturdukları düşünceleri göremiyorum. Yaşadığım şeylerin oluşturduğu karmaşık düşüncelere geçemiyorum hemen. Önce, adeta bir bilim adamı gibi direk yaşadığım şeyleri tanımlayarak, onu isimlendirerek ve özetleyerek rahatlıyorum. Sağ beynimi bu şekilde evcilleştirmeye çalışıyorum. Ancak bildiğin üzere sanatla ucundan ilgilenen biri olarak o tarafımı çok besleyip büyüttüm ve bu evcilleştirme süreci sol beynimi zorlamaya başladı.

Yıllar evvel hastalıklı nasıl olsa diye sağ beynime ve onun yarattığı enerjiye küçücük ve eski bir kulübe yeter demişim. Yıllarca da yetmiş aslında. Haksız değilmişim. Ama artık yetmiyor.

...

Sağ beyin sol beyin analojisine devam edeceğim anlaşılan. Bu yüzden çok geçmeden açıklayayım. Bu kendi kendime koyduğum bir kısayol aslında. Anlamı ne kadar karşılıyor emin değilim ama ben kendimi ikiye ayırırken bunu kullanıyorum. Ben yeterli buluyorum. Öncelikle bilimsel tanımında (evet ingilizce bilenleri kayırıyorum) "beynin sağ tarafı şu işe yarar, beynin sol tarafı bu işe yarar diye bir ayrım yoktur. İkisi de ortak çalışır" demiş. Burada da popüler psikolojinin insanları gaza getirmesine içerlemiş. Zaten çok sikimizde değil beynin hangi tarafının işe gönül verdiği. Sağ beyinlilik ve sol beyinlilik kavramını kullanırken fizyolojik kaygılara girmeyeceğiz. Sadece insan davranışını özetlemek için yine 1'ler ve 0'lar sığlığında insanlar ikiye ayrılır diyeceğiz ve bunu "grileri görmekten acizsiniz" diyen insanlardan dayak yeme pahasına yapacağız.

Bilimsel kaygılardan arındığımıza göre kısaca şuradan sağ beyin sol beyini özetleyen maddelere bakabilirsiniz. Benim gibi üşengeç insanlar için yazayım (gerçi benim gibi üşengeç insanlar burada yazılanlardan bihaberdir ya o da yaman paradoks. Neyse.)

Sağ beyin daha çok anlatımsal ve yaratıcı işlerde işe yarıyor.

Sol beyin ise mantık, dil, analitik düşünce işlerine yarıyor.

Mercedes sağolsun. Alman disiplini işte, adamlar yapıyor.


Sağ beyin sol beyin tanımında yapılan ayrımlara net bir şekilde sadık kalmayacağım. Benim için ne ifade ettikleriyle devam edeceğim. "A-ama. Ama..." deme yanlışımı görürsen.

...

Gerçekten de sol beyin bana yetiyordu. Matematiğe doğal bir yatkınlığım vardı ve okul hayatımda (en azından üniversiteye kadar) beni taşıyan bir özelliğimdi. Çocukken hatırlıyorum canım sıkıldığında (pek oyuncağımın olmadığını ve fakir olduğumuzu itiraf etmeliyim) sayılarla oynayarak vakit geçiriyordum. Ne bileyim onlara 4 işlem yapıyordum. 4 haneli iki tane random sayı atayıp kafamda onları çarpmaya çalışarak güzel vakit geçiriyordum. Bundan da hiç sıkılmıyordum. Velhasıl kelam bu özelliğim benim duygusal gelişmemi çok baltalamış, şimdi düşününce farkediyorum.

Lise ve üniversitede bol bol kitap okudum. Son iki senedir bu işe özel bir zaman ayıramadığım için hüzünlüyüm. Ama kitap okuyarak aslında sağ beynime vakit ayırmışım. İyi de olmuş, herkese kitap okumasını tavsiye ederim. Film izlemekten çok daha güzel. İnsanın hayatına her sene en az bir kitap çıkmalı kendisini okutan. O kitap kendini biliyor. O kitap kendini okutuyor.

Neyse. Bu sol beyin hegemonyası yüzünden duygusal gelişimim çok baltalandı. Kızlarla ilişki kurmaya çalışırken özellikle sol beyin ipleri eline aldığı için inanılmaz saçmaladım (Buna örnek olabilecek güzel bir kısa film). Sağ beyin çok gelişmediği için yoğun duygusallıkla çok iyi başedemedi. Kötü tecrübelere girip şimdi modumu düşürmek istemiyorum.

"Balcıları çaldırmam iyi oldu yoksa bala param yetmeyebilirdi"


Son iki senedir komedyenlikle ilgileniyorum. Ve olayın duygusal boyutu gerçekten çok önemli. "Ya n'olcak ya iki espri yazarsın, seyirciye laf sokarsın. Yarına Cem Yılmaz tebrik eder" şeklinde yaklaşan tüm komedyen adaylarının baştan düşünmesi gerekir. Bir kere özel bir şey yapmaya çalışıyorsunuz ve bu işin sonunda rockstar olmayacaksınız. Sizin tek bir göreviniz var, o da insanları eğlendirmek. Seyircilere, sizi yargılayan bir takım yabancılardan ziyade, sohbet etmeye çalıştığınız olası arkadaşlarınız olarak bakmanız gerekir. Bu da işe duygusal bir yatırım gerektiriyor.

Bu yatırım vesilesiyle sağ beynimi iyice tanımış oldum. Arada bir onun kıvraklığından faydalandım, sosyal ortamlarda ona danışarak davranmaya başladım. Lakin bugüne kadar hakettiği saygıyı göstermemişim hiç. Hiçbir zaman tamamen kontrolü ona bırakmamışım. Yoğun duygular yaşamaya alışığım aslında ama hep sol beynime danıştım ne yapmalıyız bundan sonra diye. Hep yaşadığım şeylerin neye karşılık geldiğini kelimelerle özetlemeye çalıştım. Bu yazı da aslında sol beynin yine bir şeyleri özetlemeye çalışmasıdır.

Peki hiç kelime kullanmamak da doğru mu? Özel biri bana şuna yakın bir cümle söyledi "Ne bileyim o yıllar yaşadığım o güzel ve özel duygunun ne olduğunu? Duygularımı hiç kelimelere dökemedim, hep duygular olarak kaldılar. Ne bileyim. İfade etmek zor. Ne bileyim. Belki de bu yüzden duygu olarak kalacaklar benim için." Belki doğru yanlış yok. Belki de hiç kelime kullanmadan yaşamalısın bazı şeyleri. Deneyeceğim; vapurda dümdüz denize bakacağım cümle kurmadan. Gökyüzüne bakacağım sadece nefes alarak. Bir daha lunapark'a gittiğimde sallantılı bir oyuncaktan sonra "adrenalin" demeyeceğim. Artık sana da vakit ayıracağım sağ beyin. Bu huysuz bir sol beyin manifestosu.

Sağ beyin, sol beyin artık bir abin gibi değil, bir eşitin gibi davranacak sana. Beraber karar alacaksınız. Size güveniyorum. Kavga etmeyin lütfen. Siz kavga ettikçe ben şizofrene bağlıyorum.

Başlıktan da anlaşılacağı gibi bu sağ beyini resmen tanıdığımı gösteren bir yazıdır. O köhne kulübeyi atarak aynı evde yaşamanın vakti geldi. Yıllarca az saygı gören taraf olarak agresif davranmakta haklısın. Yıllarca sana yaptığım bu eziyetten dolayı n'olur beni affet. Ama şartlar bunu gerektirdi biliyorsun.

7 Mayıs 2014 Çarşamba

Notiobia

Bu sefer bahtıma bok böceğine benzer bir şey çıktı. Wikipedia random article olayını çok seviyorum. Sen de tıkla bakalım bahtına neler çıkacak.

Ağalar, yarın (8 mayıs perşembe) saat 18.00'da kulağınız rock fm'de olsun. Mesut Süre'nin programına (rabarba) konuk olacağız açık mikrofon ekibini temsilen 2 kişi. Aynı akşam 20.30'da yine sahne var.

Sıradan duyurumuzu yaptığımıza göre sıra geldi hayatı sorgulamaya. Nereden geldik, nereye gidiyoruz? Neden yaşıyoruz? Bu hayatta amacımız ne? Her şey üzerimize üzerimize geliyor sanki. Hayat çok boktan.

Evet günlük sorgulamamızı ve depresyonumuzu da yaşadıktan sonra sıra geldi geyik makara yapmaya. Geçen gün bir çift (bir kadın bir erkek) arkadaşım cinsiyet değiştirme ameliyatına girdiler. Birbirlerini çok seviyorlar bir de böyle deneyelim dediler. İki ameliyata bir ameliyat bedavaymış bana da sordular "İlgilenir misin?" diye. Ben ilgilenmiyorum şahsen.

Korku filmleri hala aynı temaları işlemekten bıkmadı mı? Bu aralar yansımaları çok kullanıyorlar sanırım. Yansımaları kullanmayı öğrendiğimde 5 yaşın(m)daydım. Birçok yetişkinin yansımaları düzgün kullanmadığını farkettiğimde farklı bir çocuk olduğumu anlamıştım. Bunu anladığım anda altıma sıçtım. Sıçıverdim. Sıçayazdım. Sıçadüştüm.

Aileme yıldönümleri için alabileceğim en saçma şey sadomazokit olabilir. "Birbirinizle daha çok ilgilenmenizi istiyorum anlasanızaaa!" Şaka maka bazı şeyler yaşanmamalı cidden...

Hayatta bazı şeylerin yaşanmayacak olarak kalması seni de üzmüyor mu bazen? Bence insan bilmediği şeyler için üzülen tek canlı türü. "Acaba bensiz çok eğleniyorlar mıdır?"

Suç ve Ceza için bir sinopsis yazacağım. Olabildiğince kısa olacak:

Raskolnikov yine "off hayat çok boktan" diye yürüyordu. Kansızdı o aralar ve annesinden kene istemeye çekiniyordu. İki sokak aşağıda yaşayan torbacı karıyı öldürme planı yaptı. Gitti öldürdü. Kızkardeşini de öldürdü. Çok acayip bir duyguydu. Çaldığı parayı sakladı ve depresyona girdi. O karıyı öldürdüğü için iyi bir şey yaptığına kendini ikna edip durdu. Ama içten içe çok pişman oldu. Sonra gidip suçunu itiraf etti. Çaldığı paranın da hayrını göremedi. Bu arada bir manita yaptı.

Evet yıllar evvel okuduğum kitaptan aklımda kalanlarla bir sinema filmi çekmeye çalışsak böyle boktan olacak demek ki. Şimdi boktan filmleri daha iyi anlıyorum. Şimdi size Otostopçunun Galaksi Rehberi'ni özetlemeye çalışacağım.

Şansa bak!

Bu kadar.

2 Mayıs 2014 Cuma

Brad Fast

Arada bir wikipedia'ya girip "Random article"a tıklıyorum. Başlık düşünürken yazıya neden bu yönteme tekrar başvurmuyorum dedim. Belki Milyoner (Slumdog Millionaire) filminde olduğu gibi bu gereksiz bilgi gerekliye dönüşür. Gerçi hiç ihtimal vermiyorum.

Bugün yine elime geçen şu kitaptan bir iki başlığı daha incelemek istiyorum sevgili balina seven okurlarım. 

1) İlginç bir mesleğe mensup birinin aşk şiiri. Benim seçtiğim bungee jumping ipçisi

KORKMA

Çığlıkların hala kulağımda,
Nasıl da heyecanlıydın ilk karşılaşmamızda
Ürkek gibi bakışların, ceylan gibi sekişlerin
"Korkma bebeğim"
Aşağıya baktıkça gözünü kapatıp iç çekişlerin
Oysa ben sadece bir ipçiyim

Teninin kokusu hala aklımda
Saçlarının savruluşu rüzgarda
"Acıyacak mı? =(" diye sormuştun
"Biraz :)" dediğimde somurtmuştun
Oysa ben sadece bir ipçiyim

Arkadaşların seninle dalga geçmişti
İçlerinden birisi seni itmişti
Arkadaşına döndüm "Napıyorsun lan yavşak!?"
Dedi ki "Asıl sana sormalı ne ayak?
Sen sadece bir ipçisin, ağzına vurarım bak"

Evet ben sadece bir ipçiyim
Sevmek suçsa, suçlu bir ipçiyim

2) Olimpiyatlarda olan veya olası saçma bir spor

Olimpiyat saçma sporlarla dolu çok affedersiniz. Bobsleigh diye bir şey var. Ne kadar gerekli bir spor olduğunu anlayamıyorum gerçekten böyle bir şey yapılmalı mı? Yapılsa da yarışanlar sonucu ne kadar etkileyebiliyor ki? Ha gerçi çok zevklidir ona bir şey diyemem ama izlerken "ee?" oluyorum ben.

- Abi hadi hadi, Jamaica'nın imajını toparlamamız lazım
- Ok, ok. Aldın mı joint'i?

Bunun dışında olimpiyatlarda olası saçma sporlardan birisi kolbastı olabilir. Veya çok hızlı sevişme sporu. Bak bu olursa Türkiye'nin bir şansı olabilir.

3) Yeni partnerine asla söylemeyeceğin şeyler

Romantik bir gece, beraber evde film izliyorsunuz. Sevişeceksiniz belli. "Senin mına koyucam" diyemezsin mesela. Çok ayıp olur.

Yine romantik bir akşam yemeği güzel bir restorana girmişsiniz. Menüye bakarken "Ooh, kazık gibi hesap gelecek hehehe" demek hiç hoş olmaz.

İnternetten tanışılmış ve buluşulmuş. "Saçların götüme benziyor" deme asla.

İlk defa elele tutuşuyorsunuz "Ellerin erkek eline benziyor" demek kime yakışabilir ki?

Abisiyle tanıştıktan sonraki buluşmada "Sana baktıkça abini hatırlıyorum" deseniz bile lütfen babasıyla tanıştığınızda ağzınızı tutun.

Bonus: "Aşkım biraz hızlı gitmiyor muyuz?" (Yeni pejo partner arabasına. Partner. Laf. Esprisi)

28 Nisan 2014 Pazartesi

En Sevdiğim 10 Film

Sevgili okur,

N'aber?

Bildiğin gibi komedyen olmakla ilgilenen bir kişiyim. Açık mikrofon sayesinde kurduğum bağlantılardan dolayı elime geçen kitapta yaratıcılığı arttırmaya yönelik oyunlar var. İnsanların en yaratıcı olduğu saat 02.00-04.27 arasıymış (Türkçesi: internette gördüğün her şeye inanma). Gerçekten internette gördüklerimi gözlerimi kısarak okuyorum.

Bu oyunlar genelde tek başına yazma egzersizleri içeriyor. Ben de neden bu yazma egzersizlerini burada yapmıyorum dedim. Genelde eğlenceli insanlar olmayı unutuyoruz. Bu kitap kafayı nasıl boşaltabilirsin onun yolunu gösteriyor sana.

İlk oyunumuz Kendine bir görev ver Burada yazar abimiz bizi inanılmaz özgür bırakmış. Bu görevin kafa açan herhangi bir şey olabileceğini söylemiş. Bizzat birkaç örnek de kendisi vermiş. Ben üşengeç davranıp onun bir örneğini yapacağım.

En sevdiğim 10 film

1) Dövüş Kulübü

Nedense bana en sevdiğim film sorulduğunda aklıma hep bu film geliyor. Son 5 sene içerisinde hiç izlemedim, özlemedim ama ilk izlediğim zaman beynimde o kadar çok yol açıldı ki, o kadar çok sinaps aktive oldu ki, nöronlarım adeta grup seks yaptı diyebilirim. Filmi "Allahım ne kadar karizma film" diyerek defalarca izlemiştim. Kafası açık olan adamların karizması.

2) Big Fish

Nasıl olsa 10 tane film sayacağım diye sıralamayı çok takmadım ama yine soruyla beraber aklımda beliren filmlerden birisi bu. Bendeniz de hikayelerimi anlatırken abartmalarla süslemeyi seviyorum. Ayrıca ben de kolpacı bir babaya sahibim. Babamı kolpalarıyla sevmeyi öğretti bana

3) Star Wars

Benim için star wars'u çekici kılan şey ne felsefesi, ne karanlık tarafı, ne de natalie portman'ı. Benim için star wars ışın kılıcı demek. Çok uzun zaman önce uzak bir galakside teknolojinin mına koymuşsun ama hala en kutsal silah kılıç. İşte bu yüzden

4) Yüzüklerin Efendileri

3'lemeyi 12 saatlik tek bir film olarak düşünelim. Ya bir film ki hiçbir şekilde zamanın nasıl geçtiğini anlamıyorsun. Düşük cümle kuruyorsun felan. Yukarıda saydığım filmleri sevdiğim sahneler şeklinde geçe geçe izlerim ama yüzüklerin efendilerini baştan sona izlerim. Her iki senede bir, bir haftasonum bu işe gidiyor. Düzenli olarak özlüyorum.

"Bir tur daha izleyelim mi?"


5) Matrix

Benim yaşıma yakın insanların listesi buna yakın oluyor hep. Hep yakın yıllar bu filmler bak dikkatinizi çekerim. Matrix'i ilk sinemada izledim. 10 yaşındayım. Ya da yaşımdayım, hangisi doğru lan? Neyse. Benim için film komple şuydu "Hassiiktir, nasıl da anasını sikti güvenliğin sütunlarda seke seke" "Ananııı göbeğine böcek soktu la gördün mü?" "Ehehe şamaroğlanına döndü ama tek elle dövüyor sonunda. İşte bu be, seçilmişlik diye ben buna derim." Sonra okul başladığında "Hocuuuuu matrix'i izlediniz mi?" diye heyecanla arkadaşlarımın yanına koştuğumu hatırlıyorum. İzleyenlerden biri "Ben o filmi anlamadım" dedi. Onlar yok şöyle peygamber, yok şöyle makineler diye tartışırken, ben içimden "Anasını sikti işte ortalığın nesini anlamadın?!?" diyordum. Evet böyle de mal bir çocuktum.

6) İnception

Matrix'ten sonra büyük bir boşluk var. Gerçekten uzunca bir süre bir sürü filmi matrix'e göre değerlendirmiştim. Matrix'ten iyi mi değil mi? Kritere gel. İleride bir film eleştirmeni olursam herkesin bu işi yapabileceğine inanın lütfen. Şöyle bir eleştirmen olurdum muhtemelen "3 saatlik filmde hiç sevişme sahnesi yok. Kötü film." Filme gelecek olursak. Rüyaların içine girme benim rüyalarımdan biriydi. Ayrıca bu filmden birkaç yıl evvel içiçe geçmiş çok güzel örgüleri olan bir rüya görmüştüm. Bu bilinmezleri aralayacak rüya tabirleri kitabı gibi davranmadım filme tabii ama sonunda rüya çıkacak ciddiyetsizliğiyle izledim filmi. Filmden sonra herkes "bu rüya mıydı? Öyleyse kimin rüyasıydı" şeklinde şeyler tartıştı. O konuda hiç fikir yürütmedim ama güzel filmdi aga. Gül gibi konuyu gül gibi işlemişler.

"Abiiii, yalnız ne uyumuşum..."


7) V for Vendetta

Filmin son sahnesi gerçekten çok hoş. Fikirler kurşun geçirmez falan filan işte. Biliyorsunuz

8) The Dark Knight

Batman'in asıl düşmanı joker. Kahramanlar kulağına küpe etsin diye hep söylemişimdir. Düşmanın kadar değerlisin. Gerçekten joker kadar sosyopat bir karakter olmasa Batman'in ne kadar psikopat bir karakter olduğunu anlayamazdık. Filmde hiç düşmeyen bir tempo var. Güzeldi.

9) Paul

Çok smooth bir uzaylıyı anlatan bu filme biraz madde etkisi altında kaldığım için çok gülmüştüm. Ama çok gülmüştüm gerçekten. Sürekli o uzaylının rahatlığına güldüm. Komik.

10) Geleceğe Dönüş

Yine çocukken nöron illuminatisi yaşatan filmlerden biriydi. Zaman yolculuğunun işlendiğini izlediğim ilk filmdi.


That's all folks.

16 Nisan 2014 Çarşamba

Açık Mikrofon

Buraya yazmadığım gibi kendi kendime de bir şeyler yazmıyorum bayadır. Şimdi yeni binlik set halinde kartvizit aldım ve oraya ne hikmetse burayı da yazdım. O yüzden kartviziti alacak potansiyel kişiler buraya baktığında 2 aylık Erman Toroğlu yazısıyla karşılaşsın istemedim.

Evet yanlış duymadınız. Yaklaşık bir aydır her perşembe saat 20.30'da old city comedy club'ta açık mikrofon gecesi düzenliyorum. Bu da sayfası. Bendeniz de 10 dakika çıkıyorum sahneye. Düzenli sahne olması çok güzel bir şey ama tembellik hala devam ediyor. Neden devam ediyor lan bu tembellik? Gerçi nasıl çalışılır espri yapmaya? Bir ara kendi kendime gülüyordum. Çok yorucu iş. Şimdilerde buradan video izliyorum gaza gelmek için ama kaliteli değil adamlar pek. Gene de kahkaha duyunca insan gaza geliyor.

Onun dışında yine perşembeleri saat 19.30'da toplaşıp bir arkadaşın amerikan "Nasıl standup yapılır" tandanslı kitaplardan öğrendiği bilgileri bizimle paylaşmasını bekleyeceğiz. Bakalım neler katacak bize.

http://www.jaminthevan.com/

Çok güzel bir oluşum lan, bu da yasaklı youtube sayfası. Adamlar eyalet eyalet gezip güzel güzel gruplara performans yaptırıyorlar. Aga bunun türk versiyonunu mu yapsak. Zaten karavan hayali olan 82 arkadaşım var, herkes muradına error.

Yaz geliyor hormonlar kıpır kıpır olmaya başladı. Bol bol sevişin.

10 Şubat 2014 Pazartesi

Erman Toroğlu

“Herkes bir gün 15 dakikalığına ünlü olacaktır.” Andy Warhol.

“Herkes en az 15 ünlüyle tanışacaktır.” Murat Gençoğlu

Hayatımdaki ünlü sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Arayıp “Vay, baboli n’aber?” dediğim bir ünlü yok henüz. Ama yakın zamanda bu ünlünün Erman Toroğlu olmasından korkuyorum. Anlatayım.

Her şey yaklaşık bir yıl önce başladı. Soğuk bir kış gecesiydi gerçekten de. Nevizade’de hafif içmenin  arkasından şampiyon kokoreçe akmışız. Kokoreçlerimizi beklerken karşı masaya Erman (aramızdaki samimiyete dayanarak) ve arkadaşları geldiler. Bizim için sadece komik bir enstantaneydi. “Oynat uğurcum” gibi o gürültüde duyamayacağı ama bir sessizlik çökse net bir şekilde duyacağı bir desibelde dalgamızı da geçtik. Eğlendik. Lakin bunun “öff erman da mı burada?” noktasına geleceğini nereden tahmin edebilirdim?

Yaklaşık 6 ay sonra yine karşılaştık. Bu sefer yanımda taşkınlık yapabileceğim arkadaşlarım olmadığı için etrafında hiç şımarmadım. Sessiz sedasız biramı yudumladım, ondan tarafa hiç bakmadım. Nasıl olsa daha önce gördüğüm bir ünlüydü. Onunla fotoğraf çektiren insanlara acıyan gözlerle baktım. “Hayatınızda Erman Toroğlu mu görmediniz? Hıh, görgüsüzler” anlamına gelen gözlerdi bunlar. Biramı dipleyip Erman Toroğlu’nun varlığının bir neşe kaynağı olduğu bu ucuz bardan uzaklaştım.

Bundan sonraki karşılaşmalarımız iki haftada bir denilebilecek bir sıklığa erişti. Gittiğim her yerdeydi neredeyse; dürümcüde, çaycıda, kitapçıda vs. Artık o da beni ufak ufak tanımaya başlamıştı. Bir ünlü için ünlü olmaktı benim yaşadığım. Birkaç defa ufak kafa hareketiyle selamlaştık. Ama bundan hemen vazgeçtik. Birbirimize o kadar çok aşina olmaya başladık ki, birbirimizi görmezden gelmeyi daha iyi becerir hale geldik. Ben “Ulan sanki adamı takip eden sapık hayranı zannedecek beni” diye düşünürken tahminimce Erman da “Ulan bu beni takip eden sapık bir hayran mı?” diye düşünüyordu. Birbirinden kaçmaya çalışan aşıklar gibiydik. Paparrizelere yakalanmamak için barlara ayrı girip ayrı çıkıyorduk.

"Gene mi sen?!"


Bu sürekli karşılaşmalarımız ne anlama geliyordu? Her hikayede ana karakterin tanıştığı ve ona yol gösteren bir yaşlı bilge olurdu. Bu yaşlı bilge genç kahramanımıza yol gösterir, onun yoldaşı, öğretmeni ve güvenebileceği bir sığınak olurdu. Benim hamim, benim kollayıcım Erman Toroğlu mu olacaktı? Neden? Neden Erman Toroğlu? İster istemez aklıma onun hırıltılı sesiyle “Kadınlar futbola benzer evlat, bazen 22 adam peşinden koşar ama kimse gol atamaz.” Şeklinde tavsiyeler verişi gözümde canlanıyor.

Her karşılaşmamızda illaki ondan imza isteyen, onunla fotoğraf çekinmek isteyen birileri oluyordu. Ve ben kaçınılmaz sonumun orada yattığını biliyordum. Erman Toroğlu’yla tanışmak zorundaydım. Hatta ondan fotoğraf imza falan istersem bu işi kökünden halledebileceğimi hissedebiliyordum. Kurtuluşum orada yatıyordu. Bu kararı verdikten sonra en zor kısma geldim. Beklemek.

Aradan uzunca bir süre geçti. Her şey çok güzel gidiyordu ve Erman Toroğlu olayını tamamen unutmuştum. Artık bitti sanırım diye düşünme gafletine düşmüştüm. Ta ki o mel’un güne kadar...

Her zamanki gibi oturduğum bara kabus gibi çöktü Erman. Hazırlıksız yakalanmıştım ama korkup kaçacak değildim. Kısa ve sert bir tonda “Bir fotoğraf çekinelim mi?” dedim. O da bu kabusun bitmesini istiyordu anlaşılan. “Tamam.” Fotoğrafı görmeliydiniz. Hem rahatsız hem de huzurluyduk. Daha sonra barda oturan eski sevgilimi gördüm. İncecik kıvrılan tebessümü “Hani nerede o entel adam?” der gibiydi. Öyle ya, uzun ve yorucu bir çarpışmadan çıkmış bir savaşçı gibiydim. Kitaplardan öğrendiğim gibi omuz silkmekle yetindim. 

3 Şubat 2014 Pazartesi

Moral Bozukluğu ve 31

Bugün akıllı telefonumu kurcalarken başıma çok acayip bir şey geldi sevgili okur. Abim madden zengin ve abiliği pahalı oyuncak almak zanneden biri olduğu için bana az kullanılmış bir iphone 5 hediye etti. Ben de yaklaşık 5 senedir uzaktan izlediğim bu akıllı telefonlardan biriyle başbaşa kalmış bulundum. Başlarda fazla konuşmadık, merhaba merhabalaştık sadece. O biri aramışsa söylüyordu, ben de kısa bir teşekkür edasında onu hemen cebime koyuyordum. Henüz bu telefonu masaya koyma kültürünü bile edinmemiştim. Eski tuşlu telefonumdan gizliden gizliye utanıyor muydum neydim?

Eski telefonum aptaldı belki evet, ama mutluyduk beraber. İhtiyaçları çok azdı (haftada bir şarj ediyordum) ve hayvanlar gibi sevişiyorduk (tuşlu telefonla mesaj yazmanın çile olduğunu söyleyen, kadim güçler tarafından gönderilmiş kitapları okuyan, okurlarımız bilir. Teknolojinin orta çağı diye geçen, 160 karakter başına 2 kontör cezalandırılan bu nesil, teknolojiyi övmeyi kendisine bir borç bilir). Bu yeni telefon ise sanki victoria’s secret mankeniymişçesine izlenilmeyi arzu ediyor, ufak okşayışlarla ruhu şaad olsun istiyordu.

Kadim dostlarımdan birine başvurdum. Kendisi yaklaşık 4 senedir bu ve benzeri telefonlarla çıkmış, ayrılmış veya onları kırmıştır. Bu serüven dolu geçmişinden edindiği tecrübelerle,  telefonumla aramdaki soğukluğu aşmada bana yardımcı olması için kendisini ikna ettim. Bana bir takım çok güzel aplikasyonlar yükletti. Tinder adındaki bir tanesi: yakınınızda bulunan ve tanımadığınız kadınları anonim olarak beğenmenizi sağlıyor, onlar da sizi beğenirse aranızda bir chat başlatıyor. Get down adındaki bir ötekisiyse: facebook’tan tanıdığınız, buluşmak ve sevişmek istediğiniz insanları yine anonim olarak belirtmenizi sağlıyor ve yine karşılık alırsanız ikinize birden “hadi sevişin” diye mesaj atıyor. Devletin “3 çocuk” adındaki bir uygulamasını ise pas geçtik.

İnsan arada bir canı sıkıldıkça bakıyor ve insanın sanki bir top model defilesinde jüriymişçesine seçicileşmesine neden oluyor. Sanki seçtikleri kadınlar tarih boyunca “dünyanın en güzel genleri” olarak anılacak. Böyle bir ciddiyete bürünmek içinse insan ister istemez o kadını ne kadar arzuladığını ölçerek bu işe giriyor. Zamanlamanın manidar olduğu bir şekilde, erkeklik organımı (yerini düzeltmek gibi masumane bir niyetle) okşarken pek de bilinçli olmadan bir yandan bu uygulamalara bir göz atıyorum. Arzularımı ölçmeye yarayan organımın ufak ufak kanlandığına şahit olmak beni şaşırtıyor. Bu güzellik yarışması jürisi işimi daha bir ciddiyetle yapmaya başlıyorum. Daha şiddetli bir şekilde arzularımı ölçmek için hızla masturbasyonun kapılarını aralıyorum. Çiftleşme arzusuyla yanıp tutuşan hormonlarım işini doğru düzgün yaparken bir anda korkuyla sarsılıyorum (!). Ya bir yerde gizli kamera varsa? Gerçekten varsa ve karanlık güçler tarafından bana şantaj yapılacaksa bu konuda, tez elden yapsınlar. Yıllar sonra ben unutmuşken değil, bu utancı hala taşıyorken yapsınlar.

Efendim iki saniye düşünün, bu pozisyonda sizi izliyor dünya. Bana “sen de ne hayvamışsın arkadaş” demeyi bitirdiyseniz, samimi bir şekilde bu pozisyonda düşünün kendinizi. İçinizde barındırdığınız bu hayvanla ne kadar barışık olduğunuzla ters orantılı olarak utanacaksınız. Ama inanın ben bu durumdan utanmayacak insan evladı bilmiyorum. Cinselliğimizi özgürce yaşayamamıza sebep olanlara lanet olsun.



25 Ocak 2014 Cumartesi

Toledo Maymunu

İspanya’da bir başka efsanin daha peşinden koştum. Söylentiler doğruysa şimdiki maymunlardan biri insan olmuş ve bunu eski bir kent olan Toledo’nun eteklerinde küçük bir mahzende esir tutuyorlarmış. Dünyanın bağnazlıkla yönetilmesini kötü kalplerinin derinliklerinden isteyen dış mihraklar bu işin üzerinde olmalıydı, he, bir de kadim güçler.

Toledo inanılmaz turistik, küçük bir kasaba. Her gün binlerce dış mihrak şehri ziyaret edip milyonlarca kopyası olmasına rağmen bu şehrin fotoğraflarını çekmeye devam ediyor. Evrim ve din çatışmasına son getirecek böylesine önemli bir gelişmeyi korumak için seçilecek bir yere benzemiyor açıkçası. Ben de biraz şehri gezindikten, yerel yemeklerden ve şaraptan tattıktan sonra dünyayı değiştirecek araştırmama devam edebilirim diye düşünüyorum. Geyik etinden şahane bir yahni yedikten sonra keyifle biraz kitabımı okuyorum. Yemeğimi yedikten sonra söz konusu mahzene doğru yollanıyorum.

Şehrin arkasında yeşil bir yol dizayn edilmiş, turistlerden uzak doğayla iç içe ve sadece benimki gibi detaylı bir haritaya ve kartal gibi keskin gözlere sahip insanlar bu gizli mahzenin yerini bulabilir. Mahzenin kapısında “Dur yabancı! Buraya gelmek için türlü çileler atlattığının farkındayız. (Yok artık!) Son bir sınav daha kaldı. İçeride aradığın ganimeti korumakla görevli iki kişi ve önlerinde durdukları iki kapı var. Bir kapı seni ölüme götürecek tehlikelerle dolu, ötekiyse seni aradığın şeye götürecek yollarla. Biri sürekli yalan söyleyen, diğeri sürekli doğru söyleyen iki kardeşe doğru kapıyı anlamak için sorabilecek sadece bir sorun var. Hadi rasgele” yazıyor. Bu çok eski bir mantık sorusu ve sanırım cevabı biliyorum.

İçeri girdiğimde tam da kağıtta yazıldığı gibi bir manzarayla karşılaşıyorum. “N’aber?” diyorum ikisine birden. Şaşkınlıkla bakıyorlar. Hangisine sorduğumu anlamadılar ve bu sayede bir tane soru hakkımı harcamamış oldum. “Memleket neresi?” diye sordum bir tanesine. Yine anlamaz anlamaz baktı suratıma, sanırım Türkçe bilmiyorlar. Oysaki stv’den öğrendiğimiz kadarıyla dış mihraklar nereden geldiği belli olmayan bir aksanla da olsa Türkçe biliyor olmalıydı. Hemen seyahat defterime not aldım bunu. Şimdi İngilizce sorsam, onu da çok bilmiyor bu İspanyollar. Neyse, yanaştım bir tanesine “Lan, maymun nerede?” diye sordum. “Ebenin amında” diye cevap verdi. Heeh, hem yalancı hem küfürbaz olanını bulmuştum. “Lan oğlum hangi kapıda demek istiyorum” dedim. “Yenikapıda. Oldu mu?” diye bir de dalga geçti pezevenk. Yalan söylemenin sınırı yok zannediyorsun demek he. Dur şununla biraz eğleneyim. “Seni benden başka siken oldu mu?” diye sordum. Apışıp kaldı keriz. “Kardeşim kapıyla ilgili soru soracaksan sor, uğraştırma bizi.” Diye atarlandı. Sorduk da insani cevap mı aldık kardeşim? Aynısını bir de doğrucuya sordum “Bu soruya cevap vermek istemiyorum” dedi. Bu da cevap bulamadı ama akıllı çocukmuş bak. “Kardeşine onu benden başkasının sikip sikmediğini sorsam ne cevap verir?” diye sordum doğrucuya. “Gerçekten bilmiyorum” diye cevap verdi. “Ulan az önce verdiği cevabı duymadın mı?” diye sordum. “Duydum” diye cevap verdi. “Ee?” dedim. “Ne ee?” diye cevap verdi. Bu adam doğrucu olduğu kadar gerizekalıydı. Tamam dürüstlük önemli bir erdem ama aptal insanlarla vakit kaybedemem. Yalancıyla ortak bir dili konuştuğumuzdan eminim. Onun yanına gidiyorum. “Baboli, al şu yüzlüğü... Nasıl yüzün güldü Allahsız seni, hehe. Şimdi bana maymunun nerede olmadığını söyle, buna söyleyebileceğin tek yalan var, o da doğru olan. Heh, heh.” Diye kendi zekamı takdir ediyorum.




“Yalan söylemeyi çok küçümsemişssin dostum. Sorduğun soruyu duyamadım ve soru hakkın doldu, hadi ikile bakali” diye beni ters köşeye yatırdı namıssız. Böylece bir sırrın perdesini daha aralayamamış oldum.

22 Ocak 2014 Çarşamba

DSSÇA

Merhabalar. İspanya’ya tatile gittiğim için uzun zamandır burayla ilgilenemedim ama seyahatim sırasında karşılaştığım ilginç şeyleri sürekli defterime not aldım. Size bu yazımda bir İspanyol mitinden bahsetmek istiyorum. Evet evet, doğru tahmin ettiniz, 72 milletin dilinden düşmeyen, kadim güçler tarafından bile cevabı bulunamayan bir hayaletin takibindeydim. Dışarı sadece sıçmaya çıkan adam. Yaygınca bilinen adı “The hombre who goes seulement to scheiße.” Tüm avrupaya nam salmış bu azılı kahramanımızın izini sürmek için çektiğim çilelerin sadece bir kısmından bahsedeceğim.

Öncelikli adımım dışarı sadece sıçmaya çıkan adamın psikolojisini anlamak. Bir insan neden dışarı sadece sıçmaya çıkar? Evinde tualet olmadığı için mi? Yoksa bu öylesine kendini beğenmiş bir insan ki bokunu diğer insanların ciğerlerine çekmesini gerekli mi görüyor? Öyleyse neden bir ninja kıvamında kimse tarafından duyulmuyor? “İşte bu benim bokum” diye böbürlenmesi gerekmez mi? Bu adamın sadece kokusunu duyabiliyorsunuz. Bir kere kokuyu aldığınız zaman adamın işini bitirdiğini ve çekip gittiğini anlıyorsunuz. İspanya’da kaç tane dükkan sırf bu adam yüzünden restorasyona girmek zorunda kaldı. Starbucks’lar artık tuvalet şifrelerini müşterileriyle paylaşmamaya başladı. Zaten çizgiyi burada aştı DSSÇA. Benim starbaksa başka bir niyetle girdiğim görülmemiştir. Bu işin sonunu bırakmayacağım.

Bana '20 sene sonra doğsaydın sıçmaya bilgisayarla gidecektin' deseler
'Bilgisayar ne ya?' derdim

Kilit birtakım insanlara rüşvet vererek DSSÇA’nın eski bir arkadaşını buluyorum. Başlıyor anlatmaya.

- Sayısız farklı isim kullandığını duydum... Bilemiyorum... Tanışık olduğumuz dönem Saul ismini kullanıyordu...
- O zamanlar da dışarı sadece sıçmaya mı çıkıyordu?
- Bilmiyorum whatsapp’tan konuşuyorduk sadece... Çok yalnız olduğum bir dönem rasgele bir numaraya mesaj atmıştım. Bana DSSÇA olduğunu söyledi.
- Whatsapp mı? Sene 2012 mi abi? Whatsapp mı kaldı? Şimdi herkes viber’da.
- Sene 2012’den bahsediyorum abi zaten
- Hea. Ok o zaman. Peki nasıl inandın bu adamın DSSÇA olduğuna?
- Bana sıçacağı yerleri önceden söylüyordu. Bir sonraki gün gazetede aynı sıçılmış yerleri görünce şok oluyordum.
- Sonra ne oldu?
- Sonra görüşmeyi bıraktık. Bir rivayete göre DSSÇA’nın hemen arkasından sıçmaya gidersen onunla telepatik bir ilişki kurabiliyormuşsun.

İşte bu yeni bilgi çok şaşırtıcıydı. Artık elimde bir ipucu vardı ve bu işin peşini bırakmamaya kararlıydım. DSSÇA haberlerini takip ediyordum sadece. Eğer öyle bir haber görürsem apar topar dışarı çıkıp onun gittiği tualete gidiyordum. İlk birkaç denememde inanılmaz zorlandım. DSSÇA’nın burunlara durgunluk veren bir tarafı vardı. İspanya’da kime söylerseniz, tırsmasının sebebini şimdi daha iyi anlıyorum. Sonuçta insanlar burunlarının kokuyla dolmasındansa gözlerinin korkuyla dolmasını tercih ediyorlardı.

Günler günleri, haftalar haftaları kovaladı. Defalarca onun peşinden sıçmama rağmen o meşum aydınlanmayı henüz yaşayamamıştım. Bir elim haber sitelerinde, her gün heyecanla yeni vukuatını bekler olmuştum. Saymayı unuttuğum sıçmalardan sonra bir gün inanılmaz bir şey oldu. Klozete oturmuş gazetemi okurken bir ses duydum. “Merhaba yabancı. Kim olduğumu çoktan biliyorsun. Hani Batman’in ikinci filmi vardı ya. Baya efsane değil miydi? Neyse... Orda Harvey Dent’in lafını hatırla lütfen. ‘You either die a hero or you live long enough to see yourself become the villain.’”

Lanet olası piç kurusu beni kıskıvrak yakalamıştı. Bu adamı yakalayacağım diye günlerdir dışarı sadece sıçmaya çıkıyordum.

Lanet üzerime kalmıştı...


Not: İspanya halkından, verdiğim rahatsızlıktan dolayı özür diliyorum.

8 Ocak 2014 Çarşamba

Kim Milyoner Olmak İster?

Geçenlerde “Kim Milyoner Olmak İster?” mülakatına gittim. Milyoner olmak istediğimden emin olmadığım için, mülakatına gireyim dedim. Kabul edilirsem milyoner olmak istiyorum demektir, diye düşündüm. Mülakat kimin daha çok milyoner olmak istediğini belirleyebiliyor sanmıştım. Evet evet, yanlış duymadınız, sanmıştım. Her hafta resmi bir belgeyi gazetelere yollayıp kimlerin milyoner olmak istediğini açıklasalar, ismine daha çok yakışır diye düşündüm. Öyle bir şey söz konusu bile değildi.

Mülakata çeşit çeşit insan gelmişti gerçekten. Herkes milyonu istiyor gibi duruyordu, bu konuda bir sıkıntı yok. İnsanlar Trabzon, Ankara gibi çok uzak memleketlerden geliyorlardı. Milyonu almak için yol masrafından kaçınmamışlardı. Hem de sadece mülakata. O kadar çok istiyorlardı yani milyonu. Bir tanesi de çıkıp demedi “Ben milyona değil, Kenan Işık’a geldim” diye.  Zaten onun için “Kim Kenan Işık’la Tanışmak İster?” diye ayrı bir yarışma yapmaları gerekiyordu. Böyle bir talep oluşmuş durumda olabilir. Youtube’a bakarsanız sürekli; Kenan Işık’ı hayran bırakan yarışmacı, Kenan Işık ‘Dünyanın açık ara belki de en iyi yarışmacısı’ dedi, Kenan bu yarışmacıyı az kalsın dövecekti, K.Işık yarışmacının babası çıktı vs. şeklinde zibilyon tane başlık görebilirsiniz. Şimdi düşündüm de hem milyonun var, hem de yarışmaya geliyorsun. Sence sen nasıl bir insansın? Kötü diyemiyorum direk. Neyse... (Özel jetiyle stüdyoya gelen yarışmacı Kenan’ı şaşırttı. Evet evet, Kenan’ı şaşırsın diye çalıştırıyoruz. Bütün şaşırma, hayran kalma, sinirlenme  işleri ona ait. Hatta ona bazen aramızda “Keno” diyoruz. Gene şaşırıyor. Size sadece milyonu istemek kalıyor.)

"Bir milyonu nasıl yetireceksin ya?"

Yalnız stüdyonun bekleme salonunda aynı zamanda Esra Erol’un evlenme programına gelenler de vardı. Bunlar da milyonu istiyor gibi duruyordu ama izdivaçı daha çok istiyorlardı anlaşılan. Önceliklerini bilen insanlara her zaman saygım vardır. Gerçi şunu strateji olarak belirlemeyen insanlar da yok değildi “Milyonu alırım, iki adım öteye, izdivaça girerim. ‘Ben malın önde gideniyim ama milyonum var’ derim. Her şey çok şahane olur.” Oldu canım.

Milyonere gelenlerle izdivaça gelenler arasında belirgin bir kutuplaşma oldu. Bilgi yarışmasına gelmiş insanlar olarak biz daha elittik. O kadar bilgiliyiz ki, ne kadar olduğunu bilemiyoruz ve yarışmaya ihtiyaç duyuyoruz. O kadar olur noktası yani. Hem evlenmek de neymiş? Bilgisiz misin kuzum? Bir milyoncular “Şu cahillere bak. Bak bak, mallara bak. Bir milyoner olmak bile isteyemiyorlar. Sen anca evlen. Mal seni” şeklinde üstten bakan bir tavra büründüler. Bürünmek. Ulan sen düpedüz bir milyoncusun, havan kime?

Salonun bir köşesinde dünyalar güzeli bir kız kesiliyor gözüme (Kenan Işık hayran kaldı). Bilgisini bile yarıştırmaktan aciz bu insanlar dikkat algılarımı kurcalamış olmalı ki bu güzel kızı farketmemişim. Ukala gülümsememi takınarak kızın yanına doğru kaykılıyorum. “Bizi niye bu insanlarla aynı bekleme salonunda bekletiyorlar ki? Tsh. Resmen milyon isteğim lekeleniyor, bilgilerim değersizleşiyor bu insanların yanında. Sen ne düşünüyorsun?” diye soruyorum.  


“Ben izdivaçta talip arıyorum” diyor. (Kenan?)