30 Aralık 2013 Pazartesi

Figüran

Dizi piyasasının sessiz kahramanlarıyla, figüranlarla, iki set arası sigara molasındayız. Figürlerden biri “Anlatılanları anlamıyor rolünü nasıl yaptım ama?” diye sordu. “İnsanın kendini oynaması gerçekten çok zor” dedim çocuğa. Apışıp kaldı. Beni haklı çıkardı yani.

Figüranlığın sonu yok. Gerçek hayatta yapmayacağın işleri yaptırıyorlar sana. Normalde bir işçinin yevmiyesi 50 lira. Koy bir kamera, “Kardeşim sen bugün işçiyi oynayacaksın, rol icabı şuraları vidala” de, 30 liraya aynı işi yaptırabiliyorsun. Şaka gibi ama gerçek. Ucuz işçiden daha ucuz. Bir çok insan da bunu yapmaya meyilli, çünkü gün gelecek ve ‘biri onları keşfedecek.’ Kameraya daha yakın durursa ünlülüğe bir adım daha yaklaşacağını zanneden insanlarla dolu ortalık.

Ben mi? Ben işin eğlencesindeyim. Bir bar sahnesi çekimi olur, kızlarla tanışırım, olaylar gelişir. Bunun peşindeyim. Gerçek bara gittiğimde kızlarla tanışamıyorum çünkü. Ama insanın her istediği olmuyor bu hayatta. Şansıma Osmanlı dizisi denk geldi. Full erkek. Bir haremağası rolü verselerdi bari. Ola ola yeniçeri olduk. Durup dururken askere gitmiş oldum yani. Ya bari yönetmen kadın olsaydı. Libidom sayesinde kendimi gösterirdim belki. Ünlülük hayalleri beni de sarıyor. Yolda insanlar durduracak “Aaa bu Muhteşem Yüzyıl’ın 120.bölümünün 52. dakikasının 17.saniyesinde görünen yeniçeri değil mi? Merhaba, çok güzel koşmuştunuz o bölüm. Sanatçı olmak nasıl bir his?” Bu tarz sorular soracaklar bana.
 
"Kim bu muhteşem figüran? Hemen odama yollayın!"
Derken Kenan İmirzalıoğlu’yla kaynaşmaya çalışan set çaycısına takılıyor gözlerim. “Abi ne güzel bağırdın be adama, keh keh” diyor. Adamın senaryo gereği yaptığı kabadayılığı övüyor. Defalarca aynı sahneyi çekmeye çalışıyoruz. Bunun bir rol olduğunu anlayacak süresi boldu aslında. Ben Kenanımın yerinde olsam (samimiyete gel) basardım tokadı “Rol yapıyorum lan! ‘Heeyt’ diye bağır yazıyor senaryoda. Ya ne yapacağıdım” diye bağırırdım. Gerçi bu yalaka çaycı yine de överdi “Abi gene güzel bağırdın” diyerekten. Figüranlık da yapıyor çaycı, ama yine çaycıyı oynuyor. Ünlülük onu bozmuyor yani.

Sigaramı karizma bir şekilde fırlatarak bunların yanına gidiyorum. Çaycıyı safdışı bırakarak Kenan’ın koluna giriyorum.

-          Seni çok darlıyorlar be haceliz... Al yak bir tane. Diye pakedi uzatıyorum.
-          Yok ben kullanmıyorum sağol.
-          Ya bu senin sevdiğinden. Komikli sigara, dalga, gogo, cey
-          Ne?!?
-          Yav CD işte. Sen öyle demişsin polis raporlarına göre. “Abi CD getir” gibisinden.
-          Vallaha mı? Fişekle bakali.
-          Ulan iki saniyede jargonun değişti ha. Ne adamsın... Şşt, tamam çok körükledin

Böyle böyle placebo etkisiyle kafaladım Kenan’ı. Ben buna bir dayı taklidi yaptım “Yeğeeeeen” diyerekten. Adam resmen gülme krizine girdi. “Yapma oğlum, sahnem var” falan demeye başladı artık. Resmen benim insafıma kaldı herif. Daha Stv’de oynamış mı onu soracaktım. Ama “Tamam lan, hadi git oyna sahneni” diyerek sırtına vurdum. Oğlumu gerdeğe yolluyormuşum gibi hissettim. Set çaycısının yanına gittim. “Ver bir çay” diye nispet yaptım emir verme tonunda. Hasetten çatladı resmen. Tabii lan, çayla oyuncu mu kandırılır?

Sonra Kenan’dan çatlak bir ses geldi “Heeeeeeytehehhehheh.” 

23 Aralık 2013 Pazartesi

Martı

Bugün feribottaydım. Boş zamanlarımda feribota binmeyi severim. Ağabeyimle favori oyunumuzu oynuyorduk. Oyunun adı “bir şeyleri kadına benzetme” idi. Mesela ben “otobüs kadına benzer, aniden kalkınca bir yerlerine tutunmak istersin” diyorum. O da “küçük çay bardağı kadına benzer, öyle bir tınısı var” şeklinde cevap veriyor. Bazen tam tersi olan “kadınları bir şeye benzetme” adındaki oyunu oynuyoruz. Mesela “kadınlar buluta benzer, iki tanesi bir araya gelince fırtınalar kopar” diyorum. O da “kadınlar basketbola benzer, çünkü ikisini de çok seviyorum” şeklinde cevap veriyor. Gördüğünüz gibi abim tam bir embesil. Hiç güzel oynayamıyor oyunu. Hem bu yüzden hem de kadını daha fazla metalaştırmamak adına oyunu bırakıyoruz.

Martıları simite alıştıran güzide halkımızın bir bireyini iş üzerinde yakalıyoruz. Martı doyurmanın neden keyif verdiğini tekrar anlamıyorum. Adama bakıyorum, keyif alıyor evet. Martılara bakıyorum bir skim anlamıyorum. Bir değişiklik, bir haz gelsin mevzuya diye adama gidip diyorum ki “Abi elden yedirsene hayvanları.” Yüzüme şaşırarak bakıyor “ısırırlar, korkarım” diyor. Ben adama arkadan yaklaşıyorum. Elimi elinin üstüne koyuyorum “korkacak bir şey yok” diye kulağına fısıldıyorum. Korkacak bir şey olmadığını gösteriyorum ve ilk martı gelip simidi elinden alıyor. Ne kadar mutlu olduğunu görmeliydiniz.

"Abi fazla vaktim yok. Şunu alıp kaçıcam yüksek müsadenle"

Bu yakın seanstan sonra biz feribotun kantinine gidiyoruz. Çaylarımızı yudumlarken “hangisi hangi  ülke?” tartışma panelimizle kantine bir renk getirmek istiyoruz. Bu oyun çevremizdeki insanlara bakarak hangi ülkeye benzediklerini bulmak. Lakin kantindeki insanların hepsi Türkiye resmen. Hani çok garip davranan birini bulsak Japonya diyeceğiz. Ne bileyim, uzun saçlı metalci birini bulsak İsveç diyeceğiz. En olmadı bir zenci olsa, bildiğimiz bir Afrika ülkesini söyleyip eğleneceğiz. O da yok. Ucuz eğlencemize mani olmak isteyen dış mihraklar garip insanların bota girişini engellemiş olmalı.

Bize eğlence haram galiba diye düşünüyoruz. Kantinden tekrar güverteye çıkıyoruz. Güvertede akıl almaz bir martı yoğunluğu var. Geminin kenarında değil, resmen başımızın üstünde uçuyorlar. Baktığımızda yaşlı teyze ve amcalarıyla, fotoğraf çektiren gençleriyle, sağdan soldan herkesin, martıları elden beslediğine şahit oluyoruz. Olanları farkettiğimde gözlerim yaşlarla doluyor. Bir trend başlattım resmen. Kemik gözlüğü dünya üzerinde ilk takan insanın neler hissettiğini anlar gibi oluyorum ufaktan. Ama gerçek bir hipster’ın yapması gerektiği gibi hemen “martıyı elden besleme” modasından soğuyorum. “Ya bu da çok mainstream oldu” diyorum abime.

Martıyı elden beslemeyi öğrettiğim adamı arıyor gözlerim. Niyetim yakasına yapışıp “senin için hiç mi özel değildi yaşadıklarımız? Orospu gibi herkese göstermişsin. Şimdi keyif aldığım bir hareketi senin yüzünden yapamayacağım. Mainstream oldu diye yapamayacağım” diye haykırmak istiyorum. Adamı bulamıyor gözlerim. Her taraf martı dolu. Bari sinirimi martılardan çıkarayım diyorum ve bağırarak güvertede koşturuyorum “HAAAYYIIIIRR!”

Hayvanlar benden kaçarak etrafa dağılıyorlar. Ama çok korktuklarından mıdır nedir, havalandıkları gibi patır patır güverteye sıçarak uçuşuyorlar. Tüm martıyı elden besleyenler kuşların gazabına uğruyor (bir de abim). Benden kaçtıkları için kuşlar, ben etkilenmiyorum bir tek. Resmen Zeus’un tanrıcılık oynayan kullarını cezalandırmasına benzetiyorum sahneyi. Mizanseni tamamlamak için parmağımı tehditkar bir şekilde savurarak “Elden martı beslemek sadece benim işim, bunu bir kenara yazın!” diyorum.


Bu da böyle bir anımdır...

19 Aralık 2013 Perşembe

Dans

"İlgi çekmeye çalışıyor" dedi balıkçı kendi kendine. Ona hak verdiler. "O zaman ilgi göstermeyelim" dedi turşucu kendi kendine. Gerçekten de bir süre boyunca dans eden kadınla ilgilenmediler. Herkes meşguldü zaten. Yolu buradan geçenler çoktu. Yolu buradan geçenlerden para kazananlar da çoktu. Bu kadınla ilgilenecek vakit yoktu.

Bir süre ilgilenmediler. Ama kadın hala dans ediyordu. Kimse ilgilenmemesine rağmen niye hala dans ediyordu bu lanet kadın? Giderek daha çok insan, kadının dans etmesini fark ediyordu. "İlgi çekmeye çalışıyor" dedi baharatçı, balıkçıyı tekrar ettiğini bilmeyerek. Doğru tespitleriyle nam salmıştı zaten kendisi. Yoldan geçenler dönüp bakmaya başladılar kadına doğru. "Meczup herhalde" dedi emekli öğretmen. "Cık cık cık, zamane gençliği" dedi bayramı kutlanmamış bir dayı. "Lanet olası gavurlar" dedi gizlice amerikan filmleri izleyen bir din adamı.

İlk defa bir grup genç bu konuda fikir alışverişinde bulundu "Bak lan tipe bak, mal galiba." Gençler durup kadını izlemeye başladılar, bir yandan gülüşüyorlardı "Nihoha, mala bak nasıl da dans ediyor, hoho" şeklinde. Ama gülmeleri ufak ufak azaldı. Bu tip mal değildi galiba? Güzel dans ediyordu çünkü. Hormondan oluşan bir (er)genç kadını çekici bulmaya başlamıştı bile. Peki mal değilse bu kadın neden dans ediyordu?

"İlgi çektin işte, amacın ne?" şeklinde düşündü, kadının ilgi çekmeye çalıştığını düşünenlerin temsilcisi, mendilci. "Meczupa da benzemiyor. Kıyafetleri güzel" dedi, bir diğer düşüncenin temsilcisi olan, bir diğeri. Temsilciler, giderek kadın hakkında düşünülenlerin yanlış olduğuna kanaat getirdiler. Kimse mi doğruyu düşünmemişti? Bu kadın deli olabilir miydi? Kadın birazdan para isterse herkes rahatlayacaktı. Kalabalık giderek büyüyordu. Telefonlular ırkı da oradaydı. Aslan Kral'ı kaldırır gibi kaldırmışlardı telefonlarını. Orada olmayanlar için tarihi kaydediyorlardı. Orada olanlar içinse görüntüyü bozuyorlardı. Ne kadar da ince düşünceler. Bu kalabalığın tek ortak özelliği, bulundukları yere Eminönü demeleriydi.

Nihayet küçük bir çocuk kadının neden dans ettiğiyle ilgilenmeden onu direk sevdi. "What a lovely woman!" diye düşündü.

Çocuk turist çıktı lan... Bir saniye türkçe bilen bir çocuk bulayım.

...

"Ehehe, dans" dedi çocuğun biri. Çocuk kadınla beraber dans etmeye başladı. Ya da kadın çocukla beraber dans etmeye başladı. Kimse neden bu kadar uyumlu olduklarını anlamamıştı. Bu kadının büyüleyici dans etmesinden mi, yoksa çocuğun dans yeteneğinden mi bilinmez ama çok uyumlu dans ediyorlardı.

Her neyse, kalabalık rahatladı. Kadın hakkında iyi şeyler düşünmeye başladılar. "Performans sanatçısı galiba" dedi birileri. "Bir şeyin reklamını yapıyorlar kesin" dedi gizli kamera arayan birisi. Gizli kameraya gerek mi kalmıştı canım? "Ne oluyor lan, bu ne kalabalık?" diyenler vardı. Meali "Birazdan o kalabalığa dahil olacağım." Kalabalık giderek büyüyordu. Kadın sadece çocukla değil, artık kalabalıkla da dans ediyordu. Kadın nereye doğru dans ederse etsin onunla beraber hareket ediyorlar. Çevresinde oluşturdukları çemberi koruyorlar. Bu güzel kadının kutsal alanına müdahele etmek istemiyorlardı. Arada bir kadınla dans eden cesur tipler oluyordu ama iki üç figürden sonra yerlerine dönüyorlardı. Kadının etekleri olmuştuk adeta.

Tanrım ne kadar güzel bir gün. Bu kalabalığın içinde olduğum için çok mutluyum. Kafalardaki seslerin azaldığını hayal meyal hatırlıyorum. Ben de bunları farketmeyi bıraktım artık. Ben de sessizim. Herkesin düşünceleri sessiz, herkes mutlu. Tanrıya bu kadar yakın olmamıştık sanırım. Dans cemaati...

...

Tekrar çevremi farketmeye başladığımda tanrıya yakınlığın sebebinin belki de camide olmamız olduğunu düşünüyorum. Yeni Camii. Mutlu değiliz artık. Çember küçülmüş, kadına bağrışan tipler var. "Camide bunları yapmaya utanmıyor musun?" diyen adamlar. Kalabalık da öfkeli, oysa onlar da yeni uyandı. Artık güzel bir kadın değildi bu, çünkü değerlerimize hakaret etmişti. Evet evet, dış mihraklar yollamıştı kesin. Kesin değerlerimizle alay etmek isteyen güçlerin oyunuydu bu. Çünkü değerlerimiz değerliydi. Değerlerimiz bize cenneti tattıran bu kadından daha değerliydi. Bu şeytanın dölünü anında oracıkta katletmeliydik. Evet, evet.

...

Evet sevgili seyirciler. Bir güzel şeyin daha yobazlık ve bağnazlık yüzünden yok olmasının sonuna geldik. Ana haber bülteninden bu kadar. İyi akşamlar...

Not: Din'i aşağılamak küçümsemek maksadıyla yazılmamıştır. Din'e en çok burun kıvıranlar, son 3 gündür ayyuka çıktığı gibi, paraya tapan yöneticilerdir.

15 Aralık 2013 Pazar

Bir Bira

Geçen gün bara gittim. Eve doğru sakince gidiyordum oysa ki. Bir anda “dur lan bira içeyim” gibi bir düşünce oluştu kafamda. Genelde düşüncelerin nereden geldiğini takip edebiliyorum. Ama bu o kadar ani geldi ki, çok mantıklı geldi. O kadar ani geldi yani. Neyse gittim bara aniden ben de. Çünkü mantıklı olan oydu o anda. Ani gitmek. Çok ani geldi düşünce, çok özgüvenli geldi. Ben de kendimden emin davranmak zorundaydım. İçimde bir ses “Niye lan?” derse diğer kararlı ses “Neden olmasın?” der diye çok korktum. Çünkü gerçekten neden olmasın? Yani olmayabilir tabii, ama o kadar ani olmayabilemaz (amaçlarım doğrultusunda fiil ürettim resmen).

Gittim bara. Güzel, sıcak bir ortama benziyor dedim (karı kaynıyor demiş de  olabilirim). Bara doğru gittim. Zaten bara gitmiştim, ama bir kere gitmek kesmedi muhtemelen. Barda da olsam tekrar bara doğru gitmek istedim. O kadar ani çünkü. Neyse. Ama gerçekten bara gitmek böyle bir şey benim için. Bara gidenin yeri barmenin dizinin dibidir.

Oturdum barmenin karşısına. Gülümseştik falan. Dedim “Ne zamandır bu barda çalışıyorsun?” Niyetim güvenini kazanmak ve kendisinden ortamın renkliliği hakkında fikir almak. “Evet ne istemiştiniz?” diye sordu. Benim niyetim “Abi karı kız durumu nasıl bu akşam?” samimiyetine gelmek adamla. Ama muhtemelen beni duymadı. İşaret diliyle bira içmek istediğimi gösterdim, ama barda olmasak su içmek şeklinde anlaşılabilecek karaktersiz bir hareket yaptım.

"Benim ne işim var lan bu yazıda?"
Barmeni hemen kafeslemem gerekiyordu. “İsmin nedir?” diye sordum. Bana baktı ve gülümsedi. Ben de ona gülümsedim. Bir süre öyle bakıştık. Ters giden bir şeyler vardı. Çok boş bakıyordu. Karşımdakini dinlemeyip dinlermiş gibi yapmışlığım çok var. O boş bakış. Bu barmen dinlermiş gibi yapmayı da mı beceremiyordu acaba? En gerekli sosyal yeteneklerden birisi oysaki. Ama yine duymamış olabilir. Esprili bir yaklaşım uygun olur diye düşündüm. “Barmenler komedyen terk şeklinde takılır!” genellemesi işime yarayacaktı bugün. “Abi sen de karate filmi izledikten sonra kardeşini dövüyor muydun? Heh heh, ne günlerdi bea? Di mi?” diye sordum. Yine duymadı. Ya da yine sallamadı. Ya da “Hayır” dedi ve ben duymadım. Bu şüphe beni öldürebilir. Sallamıyorsa ona göre taktik belirlemem lazım. Ama elimde hiç veri yok barmenle alakalı. Keşke facebook gibi “Duydu 21:06” şeklinde bir şey belirse göğsünde falan.

Biramı yudumlamaya başladım. Bir süre ortamı kokladım. Neler konuşuluyor, yaş ortalaması kaç, duvarlarda neler asılı vs. Sonra bir kadınla göz göze geldim. “Evet,” dedim “ben bakılası bir insanım. Bana bakmamak elinde bile değil farkındayım. Sen de fena bir şeye benzemiyorsun. Hoş bir kadın olma ihtimalini değerlendireceğim” bakışımı takındım. Ama ters giden bir şeyler vardı. Kadın yanındakiyle fısıldaşarak gülüşüyordu. Yanındaki de bana bakıyordu ve o da fısıldaşarak gülüşüyordu. Keşke benim yanımda da biri olsaydı da fısıldaşarak gülme misillemesi yapabilseydik. O zaman görürlerdi kim daha iyi fısıldaşarak gülüşüyor. Gittim yanlarına. “Neler oluyor kuzum?” diye sordum. “Barmen sağır, sen hala anlamadın mı?” diye sordu. Ve bu sefer sesli güldüler.

Konuştuğu insanın sağır olduğunu bilmeyen insan oldum resmen. Durup dururken klişeleşmiştim. Utanarak çıktım oradan.


8 Aralık 2013 Pazar

Çayla Bizi

Bu genç bir adamla yaşlı bir adamın hikayesi.

Gencin hayatı bahar gibi gerçekten. 21 yaşında. Hem birçok şey öğrenmiş, hem de birçok şey öğrenmek istiyor. Yaşlı adam ise yaşını sorunca söylemiyor. Bazı şeyleri çözdüğünü sanıyor, bazı şeyleri gerçekten çözmüş. Bu ikisi gizli bir anlaşma imzalamış gibi hep aynı çaycıda karşılaşırlar. Bazen biri geç kalır, bazen diğeri.

Yaşlı adama sorsalar, bu kalabalık çaycıya kafa dinlemek için geldiğini söyler. Genç adamsa kafa dağıtmak için. Genç olan, çayla sigara içer. Yaşlı olan, sigaranın yanında içer çayını. Genç adam, not defteriyle gezer, sürekli yazı yazar. Yaşlı adamsa sürekli kitabıyla gezer, onu okur. Genç adam "Nasılsın?" diye başlar cümlesine, yaşlı adam "İyi değilim" diye. Birbirlerine hiç benzemezler, nasıl olsa biri yaşlı biri genç öyle değil mi?

Sürekli gelirler bu çaycıya. Bazen birinin beklentisi çoktur, diğerinin yoktur. Bazen sadece bir tanesi gelir, ama mutlaka karşılaşırlar. Birbirlerini hiç merak etmezler. Değerse bile gözleri, hissizdir. Genç adam çok meraklı olmasına rağmen bir gün bile durup "Acaba yaşlanınca bu adam gibi mi olacağım?" diye düşünmemiştir. Yaşlı adam ise asla "Tsh zamane gençliği işte" diye küçümser bir gözle bakmamıştır. Bu sessiz anlaşmanın farkında değil gibidirler. Çaycının sessiz gardiyanları. Adeta iki farklı insan gibidirler. Bir saniye, zaten farklı kişi değiller miydi?

Bir gün çok ilginç bir olay olur. Kalabalıktan birisi "Herkese benden bir çay!" diye bağırır. Bunu neden yaptığını gerçekten kimse anlamaz. Belki herkesin hayatına iki saniyelik bir öpücük kondurmak istemiştir, çaylı çaylı ohh, miss. Belki de kpss'de puan yapabilmiş, ve milletvekili olan pilavlı amcasının, onu sular idaresinde güzel, sigortalı bir işe alacağının haberini almıştır. Belki teyzesinin kızı evlenecektir ve orada kendisine güzel bir kısmet bakacaktır. Belki Fransızcayı sökmüştür. Belki sevdiğinin sevgilisinden ayrıldığını duymuştur. Belki sosyal bir deney yapıyordur. Kimbilir belki de usb'yi tek seferde geçirdiği için çok sevinmiştir. Ama sevinmiştir işte ve bunu herkes hisseder. Zaten hikaye onun hikayesi değil, o yüzden kimse bilemez.

Herkes bu coşkulu insanla beraber, coşar. "Hehe keriz çayı" demez kimse. Gerçekten bir festival havası oluşur. İnsanlar konserde kadeh, çakmak, telefon kaldıranlar gibi çaylarını kaldırır. Bu muzaffer gününde, bu insanın yanında olabilmek için. "Bugün de sen mutlu ol bari" derler çaylarını kaldırırken. Herkesin yüzünde bir gülümseme vardır. Uzun ve yorucu bir savaştan dönmüş gibi hisseder insanlar.

Sadece yaşlı adam ve genç adam kalabalığa dahil olmaz. Onlar bu dayanışmayı nerede görmüştü en son? Gezide mi? Genciyle yaşlısıyla herkes oradaydı öyle değil mi? Önemli değil. Onlar bugünün barışma günü olduğunun farkındadır. Nihayet anlamlı, dolu bir şekilde birbirlerine bakarlar. Birbirlerinin varlığının farkında olduklarını, birbirlerine hissettirirler. Sadece onlar çaylarını birbirlerine doğru kaldırır. "Seni tanıyorum" der gözleriyle. Konuşacak o kadar çok şey var ki...

...

Genç adam yazdıklarından başını kaldırır, yaşlı adam ise okuduğundan. Ortada herkese çay ısmarlayan biri yoktur. Bir an bakışırlar, neredeyse birbirlerini merak edeceklerken önlerine koyulan çaylarla dikkatleri dağılır.

Geleceğim sana Zanzibar. Şakası yok

2 Aralık 2013 Pazartesi

Televizyonda Sabah Kuşağı

Şimdi sevgili okur, sizle önce komik bir şey paylaşayım ki sonra bana daha kolay gülün.

Sabahları 5'te uyanıyorum bir kaç gündür. Neden yapıyorum bilmiyorum ama durup dururken alışkanlık edindim, gece 12'de bayılıyorum falan. Erken uyumak değil, erken uyanmak beni yaşlı hissettirdi asıl. Çünkü tam yaşlıların uyandığı saatler. Tamam güneşin doğuşunu izlemek falan güzel şeyler bunlar ama televizyon ağzına sıçıyor resmen. Doktorlar çıkıyor yok şöyle oturma yok şunları kesinlikle yeme. Lan dur bir saniye, daha ayılamadım, akşamdan kalmayım, sen bana sağlık diyorsun. Akşamdan kalmalığı falan düşünürken Stv'yi açıyorum mütemadiyen. Çünkü benim bütün mizahım Stv'den geliyor. Bir komedyen inceliğinden yoksun olduğumdan mıdır nedir, Stv beni çok eğlendiriyor.

Akşamdan kalma falan demişken, taksimde içip içip sabahlamalarımdan tanışıklığım olan bir adam var. Kendisi sabaha kadar içmesine, hatta 35 civarı yaşlarda olmasına rağmen bizlerden daha enerjik birisi. İlginç de bir tip bir yandan. Ulan herifi Stv dizisinde gördüm sabah sabah. Hiç güleceğim yoktu. Sen sabaha kadar biraz felsefik biraz piçimsi ağızlar yap, inanılmaz rahat bir adam izlenimi ver, sonra gel Stv'de vur ensesine al lokmasını saflığında bir adamı oyna. Stv iyi adamlarının en önemli sahnesi olan "son sığınak beddua" oyunculuğu da çok güzeldi gerçekten. Stv filmlerinin belli bir algoritması var. Ağır ağır konuyu işler, ufak ufak climax yapar, aşırı kötü adam kötülüğe doyamaz (ama çay içer), sonra bedduayla ulti yer ve anlarsın: Birazdan film, bir Guy Ritchie filmi edasında, abuk subuk olaylar örgüsüyle o bedduanın gerçekleşmesini sağlayacaktır.
"Hacı (!) makarayı kes. Geçen yine abdest alıyorum..."

Bunun dışında ağzım yüzüm dershane oldu. "Dershaneler kapatılırsa biz ne yaparız?" diye ağlayan teyzeler vardı. Adamların habercilik anlayışı da filmleri gibi.

Ama gerçekten bu gündem mevzusunda aklıma takılan bir durum var. Bizim gündem neden magazin gibi lan? Türkiye'de resmen popçunun, artisin reklam değeri kalmadı. Zaytung derinlemesine taşak geçmiş bu durumla, o yüzden konuyu çok kapsamlı düşünmedim. Ama zengin insanların savaşını bize de yaşatıyorlar lan zorla. Ben bir fikir belirtsem bile günün sonunda hiçbir kazancım olmuyor, bana hiçbir yararı olmuyor. Ev geçindirmekte bile zorlanan adam "Bence de dershaneler kapatılsın" diyor. Hacı ne yoruyorsunuz bu adamları?

Bunun dışında başbakan'ın "ulan" demesi bile gündem oluşturmaya yetti. Hani gezi olaylarında öğrenmiştik fake gündemleri görmezden gelmeyi. Bu sefer "alın bu hafta bunu tartışın" bile demedi, resmen mallık bizde. Biz böyle yaptıkça "İnsanlar bende sorun bulmaya çalışıyorlar, demek ki saldıracak bir şey bulamıyorlar" şeklinde daha cüretkar oluyor. Gezi olayları esnasında "Erdoğan'ın cevap verme algoritması" şeklinde bir yazı yayınlamıştı bobiler kurucusu. Biz hala kelimelere takılıyoruz.

Neyse, hepimizin ortak düşmanı para aslında. Bunu bir kişisel gelişim kitabından kopmuş gibi olmadan nasıl anlatırım bilmiyorum ama deneyeceğim. Samimiyet üzerine konuşacağız.

25 Kasım 2013 Pazartesi

Amatör Komedyenin "Devlet Bize Bakmıyor" Çağrısı

Şu sıralar sıkı takipçilerimin de bildiği üzere ben şu anda komedyenlik mesleğini yapmaya çalışan biriyim. Son 10 ay içinde sadece 5 kere sahneye çıktım ve henüz ne düzenli bir sahnem, ne de bu işten para kazanmışlığım var. Ekşisözlükte komedyen başlığına yazılmış tüm entrylere katılıyorum ve burada söylediklerim o entrylere ılımlı yaklaşan insanlara daha mantıklı gelecektir. Komedyenliğin ne olduğunu çok net bir şekilde anlatan şu entry'ye özellikle baktıktan sonra devam edelim.

Şimdi, üstteki entryler, naçizane blog'umda paylaştığım tecrübelerim, ve birazdan okuyacağınız düşüncelerim eşliğinde, bu mesleğin toplumsal bir baltalamaya uğradığını göreceksiniz. Benim bir güldürü izlemek için gelmiş, biletinin ücretinin karşılığını almak isteyen insanlarla bir derdim yok. Onlar izlediği komedyeni itin götüne sokabilirler. Bunun da bir meslek olduğunu ve sadece çok istemekle elde edilemeyeceğini biliyorum. Şikayetim, tüm sahne sanatlarına karşı kuru kalabalık oluşturan diğer insanları hedefliyor.
Hava durumunu mu sunuyor,
Coğrafya dönem ödevini mi belli değil

Bu diğer insanları siz de çok yerde gördünüz, özellikle konserlerde. Konsere müzik zevki için değil, konseri yapanlar çoğunluk tarafından sevildiği için giden insanlar bunlar. Çevresinde kaliteli olduğunu düşündüğü insanların sevdiği şeyleri seversem (tabii ki zorla güzellik olmadığı için, seviyormuş gibi davrandığında) onlar gibi klas olurum derdiyle veyahut onlar tarafından kabul edilmek derdiyle seven insanlardan bahsediyorum. Bu insanları özel yapan, çok kalabalık olmaları. Her yerdeler, gerçekten, sadece türkiye değil. Zaten serdar ortaç, demet akalın vb. insanlar kısır döngüye girmiş ünlülüklerini bu insanlara borçlular. Dediğim insanı bir sonraki gideceğiniz konserde, konserin %80'ini konserin videosunu/fotoğrafını çekerek, tweet atarak, mention atarak, (twitter oluşumunun ingilizce açlığımızı gidermek için oluşturulduğundan kıllanıyorum) durum güncellemesi yaparak vs. geçireceği için, telefonunun ışığı sayesinde net bir şekilde göreceksiniz zaten. Stand-up'a daha katılımcı olarak çok el atamadılar, çünkü çok ünlü yok, ünlü yoksa paylaşamayacak, o halde ne anlamı var di mi amk?

Kuru kalabalığa: mizah anlayışına sahip olmak daha zeki olduğunuz, daha klas insanlar olduğunuz anlamına gelmiyor. O yüzden (sahnede) güldürmekle ilgilenen (burada yazar, bu kelimeyi "ilgi duyan" anlamında kullanmıştır. "Yapmak isteyenler" şeklinde algılanırsa yazar (burada yazar, bu kelimeyi "bu yazıyı yazan kimse" anlamında kullanmış, bir yazar olduğunu iddia (burada yazar, mizahı parantez içinde aradığı için acınasıdır (çünkü dipnot kültürü olmayan bir öküzdür (öküzdür ama, parantez takip mekanizmanıza pratik yaptırarak matematikte başarılı olmanızı istemektedir))) etmemektedir) size küsecektir) insanlar değilseniz bu sektörle ilgilenenleri sizin yapamayacağınız (çünkü ilgilenmiyorsunuz) bir işle ilgilendiği için rakip olarak görmenize gerek yok. Yukarıda belirttiğim gibi kuru kalabalık yapan insanlardan olsanız dahi sahneyi beğenmediğinizde,  "bu adam ne cüretle komedyen olmaya çalışıyor, daha bizi güldürmedi bile" eleştirileriniz
Bu da kuru zannedip ıslata ıslata dövdükleri kalabalık.
Adeta "Hadi şunları biberleyelim"
cuk diye yerine oturur. Çünkü haklısınızdır. Dünyanın en basit, ama en vurucu eleştirisi olur hatta. Resmen taşı gediğine koymak olur. göt gibi bırakmak, çift vurup tek saymak olur. "Bence şunu yanlış yapıyorsun..." şeklindeki eleştiriler daha yapıcıdır, bize eleştiriyi sevdirir. Başına "bence" koymak tercihe bağlı olduğu gibi, eleştirinizin tavsiye veya ahkam kesme şeklinde yorumlanmasını engelleyecektir. "Komedyen=Cem Yılmaz" sanan insanlar yüzünden herkes komedyenliğin ne olduğunu bildiğini sanmaktadır ve yine Cem Yılmaz'ın da dediği gibi "Bin kere aynı şeyi deneyip, farklı sonuçlar beklemek aptallıktır." Yok lan einstein'dı bu sanki. Lafın kendisinden de emin değilim, ama doctor who'nun da dediği gibi "What's the use of a good quotation if
you can't change it?"

Herkese: "Madem bu kuru kalabalıktan olunca da eleştirmeye hakkımız var, o halde neden böyle bir ayrım yaptın?" diye sorduğunuzu duyar gibiyim. Aferin, ayrımcılığa karşısın. Çünkü bu insan grubu, sivilde sana gülmediğinde, (her daim komik olmanın bir komedyen özelliği olduğunu düşünmesinden dolayı) komedyen kriterlerine uymadığın, dolayısıyla ünlü olamayacağını (kaliteli insanların takip etmeyeceğini) düşünürler. Ahkam kesme boyutuna gelen eleştirilerle daha sahneye çıkmamış bazı amatörlerin önüne taş koymuş, onları baltalamışlar, yetim hakkı yemişlerdir. Çünkü direk insanları hedef alan ve insanların önemli olduğu bu mesleği, benim gibi doğru yapmak isteyenler, eleştirileri çok ciddiye alıp bu iş için uygun olmadıklarını düşünmeye eğilim gösterirler. Bu iş için uygun olmadığını erkenden düşündüren bu çok sayıda sert eleştiri kişinin sahne performansını etkileyerek bir çok amatör komedyenin suratına "erken boşalan erkeğin kadın
Bu adam niye çok sevildi lan peki? Zeki olduğu için mi?
(Hehehe, laf esprisi candır)
önündeki mahcubiyeti" ifadesini yerleştirerek seyirciyi de "Ben bu adama mı verdim?" durumuna sokar. Bu başarısızlığın katlanarak artması demektir. (Zaten sahneyi hep sekse benzetmişimdir. ikisinden de keyif alıyorsan, sürekli gidip gelmekten yorulmazsın. (Kassam cumshot'ı bile bir şeylere benzetebilirim. Ama ne gerek var?) Peki bu kuru kalabalığın yaptığı ne? Paylaşmak için "heyecan yapmak ve aceleci davranmak" da bir erken boşalmak değil mi? Tabii ki sevdiğin şeyi paylaşacaksın, ama bu sevdiğin şeyi yaşamanı baltalıyorsa orada bir problem var demektir. Sevdiğin şeyi yapmanın senin için anlamı yoksa, yani böyle bir insan olmaya kasıyorsan, ya seksi sevmiyorsundur (yani üremek istemiyorsun, aslında çok şahane bir haber ama highly unlikely) ya da olaya porno inceliğinde bakıyorsundur (incelik=sıfır).)

Burada kurunun yanındaki yaş kabilesinden, bu iş üzerine kafa patlatmış (çok zekiyse kafa patlatmadan), fikir sahibi olmuş insanları tenzih ediyorum. Arkadaşlar, bu işin kitabı vardı da nazi almanyası mı yaktı? Orada "eleştirinin atmasyon olup olmadığını anlamak da komedyenin işidir" diye bir ibare vardı da ben bunları söyleyerek ulu komedi tanrısına karşı büyük bir günah mı işliyorum acaba?

Tek isteğim bu kuru kalabalığın anlayamadığı (çünkü ilgilenmediği (tekrar ediyorum, çünkü zekaya hakaret olarak algılanabileceği için ve bu (anlayamamak) da hakaretlerin en büyüğü ya (niye öyleyse amk). öyle bir hakaret olmadığını bilin diye)) ve sevmediği (çünkü sevse, ilgilenirdi, ve anlardı. empati diyorum lan işte. bu üçünün güzel bir kombinasyonuyla empatiyi öğrenebilirsin) alanları kurcalamaması.

Bahsettiğim kuru kalabalıktan değilseniz söylediklerimden alınmanıza hiç gerek yok. "Heaa benle bir derdi yokmuş" diyerek geçiverin. Bence kelimesini çok sık kullanmak istemedim ama "şu şöyledir, bu böyledir" netliğinde konuşsam bile bunlar benim kişisel görüşlerimdir. Belki hiç doğruluğu yoktur. Benim sanrısal ve paranoyakça tespitlerimden çıkardığım hayali bir gerçeklikten bahsettiğimi varsayabiliriz bile. "Ulan gerçek değilmiş yeaa, zamanımı çaldı sikik" şeklinde küfür etmek serbest.

"Yav bu ünlülerden ne tad alıyorsunuz anlamıyorum.
Sırf sizi anlamak için her hafta zibilyon tane ünlüyle
buluşuyorum. Hala anlamadım"
Bu varsayımsal gerçeklikte, bahsettiğim kuru kalabalığın benim lafımı dinlediği, ütopik, varsayımsal bir gerçeklik hayal edelim. Ünlülük=Başarılılık önermesinin değil Başarılılık=Ünlülük (yani tüm ünlüler başarılı zannedilmeyecek, herkesin kıstasları olacak) önermesinin tamah edildiği bir gerçeklik olacak bu. Çünkü aslında ünlülük diye bir kavram yok, sadece başarılılık var. (Yine bu kurukafaların sosyal medyaya kalitesiz vine videoarıyla tecavüz etmelerinden anlaşılabileceği gibi, aslında, ayyuka çıkmış bir gerçektir. Ünlülük aslında "çok kişi tarafından bilinmektir." Ama öteki yaygınca kullanılan yanlış bir anlam ise "farklılık." Farklılık=Ünlülük zannediyorlardır ve onların tabiriyle fenomen diye bir ırk oluşmuştur. Başarılı olmak isteyen insanlar da ünlü olmak isterler pek tabii, ama bu ürünlerinin takdir görmesini arzuladıklarındandır. "Fenomenler, ünlü olmak için ortaya koydukları şeyler takdir gördüğü için ünlü olmuşlardır. Yani amaçlarına ulaşmış, başarılı olmuşlardır. Aslında çok net insanlarmış lan. Dur ben bunları idol alayım" derseniz tabii ki bu yolu tercih edebilirsiniz. Ama sizi takdir eden insanlar hep sizin gibi insanlar olacağından farklılık da kalmayacak, kendi sesinize benzeyen sesler arasında boğulacak ve takdir edilmenin önemini unutacaksınız. Bu da sizi bencil ve egoist insanlara dönüştürecek. Aaa, dönüştünüz bile mi? Tebrikler, fenomen kelimesinin defalarca yanlış kullanılmasına sebebiyet verdiğinizden dolayı hatalı bir işlem yürüttünüz ve kapatılacaksınız. Heh, heh. Ben en iyisi bu vine üzerine, yani ünlülük sevdası üzerine ayrıca bir şeyler yazayım. Olur da yazarsam bu yazıyı okumanı isteyeceğim orada, öyle öngörüyorum. Çünkü ünlülükle kafayı bozmuşum belli ki, belki de dudakların aldığı şekil yüzünden, tam bilemiyorum. Ünlülük yazmaktan kelimenin anlamını siktim attım resmen. Ama ünlülüğün ruhuna aykırı olmayan bir şey, çok kullanıldığı için illallah dedirten şeydir zaten ünlüler.).

Komedyenlik örneğinden devam edersek: zaten bu kalabalık terk eylediğinde, komediden eşşek yüküyle para kazanma ihtimali çok düşecek. Öncelikle siz gelmediğiniz için zaten döner sermaye küçülecek. Ayrıca başarılı çok fazla komedyen ortaya çıkmış olacak. Sektörün kazandığı para birçok komedyen arasında fair&square bölünecektir. Hem sektöre renk gelmiş olacak, daha fazla insan izleme olanağı oluşacaktır. Böylelikle komedinin tanrısal vergi istemediğini farkeden gençlerin önü açılacak, size de çok sevdiğiniz o sert eleştiri hakkı doğacaktır. Kim bilir, yeri gelecek bazı komedyenler mainstream bulunabilirken bazı komedyenleri sevmek hipster'lık olacak. Bak herkes mutlu. (Zaten bu hipster'lık ihtiyacıyla büyüyen gençlerin sektöre yeşil ışık yakacağını hissediyorum.)

Ama olay aslında insanlığın en büyük yaralarından biri. Biliyorum asıl derdiniz işin potansiyel parasal boyutuyla. Para demek güç demek, o halde komedi de potansiyel bir güç demek. Cem Yılmaz'ın suçu bunlar hep. Adam çünkü hem ünlü hem başarılı, nadir bir kombinasyon. Bazı insanlar (benim varsayımsal gerçekliğimde tabii) "Ulan herif bizle dalga geçe geçe paranın amına koydu. O halde böyle toplumsal bir travmanın önüne geçmek için komedyen adaylarına düşman kesilmeliyim" mantığıyla da hareket ediyor
"Abi at gözlüğü çok mainstream yea"
olabilirler. Bu at gözlüklü sığırlar (bu sefer nadir olmayan kombinasyonlardan) yüzünden dalga geçmek ile espri yapmak arasındaki farkı anlamak resmen yetenek istemeye başladı.

Bir insan sahnede sizinle dalga geçmek için hepinizin parasını gasp edecek, çıktığı her sahnede size koyun muamelesi yapacak. Böyle orço bir insanın komedyen olması gerçekten mümkün mü? Olsa olsa başbakan olur (I love olacak o kadar mizahı)

Not: Seni parantez manyağı yaptığım için özür dilerim ama beni tanısan konuşma dilimin de böyle parantezlerle bölündüğüne şahit olursun. Bu akıcı olmayan tarzıma katlandığın için teşekkür ediyorum.

19 Kasım 2013 Salı

Gençlik

Bugün ekşisözlükte okuduğum bir entry'nin de etkisiyle iyiden iyiye dev bir sosyoloji deneyine Türkiye Cumhuriyeti'nin denek olarak dahil olduğuna dair düşünceler oluştu kafamda. Halkının bu kadar gariplik, bu kadar bir günün bir günü tutmadığı açıklamalarla, balığa döndürüldüğü bir ülke var. İsviçre gibi bir ülkenin kontrol grubu olduğu bu ortamda akıl sağlığını koruyabiliyor mu bu ülke bakalım, şeklinde bir deney. Sevgili başbakanımızın hep sahne sanatlarına gönül verdiğini ama bu işin okulunu okumaktansa kasıp başbakan olmayı ve herkese sesini duyurabilmeyi tercih ettiğini düşünüyorum. Daha kolay geliyor belki de böylesi. Sevgili Gülse Birsel'de bir köşede yazdığı yazıda, bu konuya değinmiş ve "Bir rockstar'a benziyor. Sevenini daha çok sevindirecek, sevmeyenini daha çok kızdıracak sansasyonel şeyler yapıyor"a yakın şeyler beyan etmişti. Daha önce aklıma geldiğini vurgulayarak kendisine son derece katılıyorum.

"Hassiktir aklıma cinsellikle alakalı espri gelmiyor"
Ayrıca özellikle 92-93 sonrası doğan nesilde gözlemlediğim bir şey var "cinsellikten çok bahsedince tabu yıktım zannetmek." Cinsellik üzerine kaliteli olmayan, ama içinde bol bol cinsel organ geçen sulu espriler yapmanın "Biz artık cinselliği aşmış durumdayız mınakiyim" mesajını içerdiğini zannetmelerinden kaynaklanır.
Tabu yıkmak istemeniz gerçekten çok güzel, bu iyi niyetinizden dolayı hepinize birer posta kayacağım (hani aştınız ya) kunteper canavarı misali. Ama tabu aşmak zannedildiği kadar kolay bir şey değildir, dengeyi çok iyi tutturmak gerekir. Yapılan bir araştırma homofobik ve düz (straight) erkeklerin bir arada bulunduğu bir gruba gay pornosu açmaktan ibarettir. Bu deney sonucunda, düz erkeklerin %10-15'i uyarılırken homofobik erkeklerin %69'unun uyarıldığı gözlemlenmiş.

Bakın arkadaşlar "Cinselliği aşmamış olma fobisi"ne karşı bu şekilde bir savunma sporu geliştirdiğinizin farkındayım. Lakin uzakdoğuda daha güzel savunma sporları var, İpman bu sporlardan biri. Ayrıca cinsellikten konuştuğumuz kadar sevişseydik şu anda dünyayı prezervatif şirketleri yönetiyor olur, dünyanın yüzeyini 8 kere kapatacak kadar insan doğar, ve gelgitler nedeniyle tsunamiler meydana gelirdi. Evet yeri geliyor ben de çok cinsellikten bahsediyorum, ama bu benim aşırı aşmış olmamdan kaynaklanıyor.

Tüm bunlar olmadığına göre kafamızı daha fazla bulandırmadan önümüzdeki sekslere bakalım.

Ayrıca, esrar içmeyi bir bok zanneden gençlere isyanımı sürreal, analitik, ironik, sarkastik bir dille eleştirdiğim şu çalışmama bir göz atın.

Araştırmacı tecavüzcü
Ve yine ayrıca; "Bir köpek adamı ısırırsa değil, bir adam köpeği ısırırsa haber olur" şeklinde hesapta
haberciliği özetleyen cümlenin 21.yüzyıl Türkiye versiyonunu açıklıyorum "Bir adam bir kadına değil, hatta ne biri, 10 adam bir kadına tecavüz ederse değil, bir kadın bir adama tecavüz ederse ("tüh beceriksiz, tecavüz edemediğin gibi, edilmişsin" mantığıyla), (adam) ceza alır"

Sevgiler...

Saygılar...

Öpücükler...

Görüşürüz...

Önce sen kapa...

Haaayıııır, ben daha çok seviyorum...

Gelirken nutella almayı unutma...

16 Kasım 2013 Cumartesi

İşte o tarihi an!!!

Sevgili okur, sigarayı bıraktığım o tarihi ana tanık olmalıydınız. Sigaranın bütün pezevenkleriyle ayrı ayrı savaştım (çay, bira, can sıkıntısı vb.) ve şu anda en azından bir sigara içerim gibi dışarı çıkmak için hiçbir mazeretim kalmadı. Tasarrufa giderek, giderek küçülen beynim ve kokmuş taşaklarımla hizmetinizdeyim.

Huzurla uyumalık yatağın masrafı
(aynı zamanda yatağın kendisi)
Çok paraya sahip olmadığım için, çok zengin olursam ideallerim hayallerim ne olurdu tam tahayyül edemiyorum. Lotonun çok devrettiği zamanlar adeta ezbere habercilik sistemiyle harekete geçilip "Para size çıksa ne yapacaksınız?" sorusu döner televizyonda. Ev, araba, okul (okumak değil, okul açmak) dışında bir cevap çıkmaz genelde. En basitinden "Dünyayı gezmek" ya da "ölmeden önce yapmam gereken 1001 şey listemi yerine getirmek" şeklinde cevaplar duymak istiyor insan. 1001 okul açmak dışındakiler tabii, listelerin biraz ilginç ve yaratıcı olması yeğdir. Okul açmak ne lan ayrıca? Halihazırda olan bir okulu satın alsana...

Benim mesela yatmadan önce 100 fırça darbesi, aman, ölmeden önce yapılacak 1001 şey listemde 1001 şey yok daha. Çoğu için güzel paralara sahip olmam gerektiği aşikar. Listeye koyduğum şeylerden biri yerçekimsiz ortamda sevişmek. 

Malzemeler: Bir adet yerçekimsiz ortam (bunun için Malzemeler: bir adet NASA ile gerekli mailleşme, bir adet pazarlık "saati bir milyon dolara bırakıyor musun? ayağımız alışsın") ve seninle aynı hayali paylaşan bir adet partner.

Hazırlanışı: Neyi hazırlıyorsun anlamadım ki? Ama her neyse çok zor olacağı kesin. Yer çekimi yoksa çekicilik de bitmiştir. Bitmiş demektir.

"Amerikan başkanı benim y.rrağımı yesin. Ehehe...
Şaka lan, hüstın, bağla hadi bağla, ne diycekmiş bakalım"
Neyse işte, bunun hayalini kuruyorum ara ara. Ayrıca şu videoyu izledikten sonra NASA'ya çok büyük fiyat biçtiğimi düşünmeye başladım. Adamlar resmen itlik soytarılık peşinde, ayrıca o nasıl zevke gelmek lan. Herif nasıl eğleniyor yaptığı deneyde belli değil. Bence NASA yerçekimsiz ortamı bulduktan sonra araştırmalarında inanılmaz yavaşladı, çünkü işi iyice taşşağa vurmuşa benziyorlar. Ama bence haklılar da bir yandan. Uzaya çıkmış adamsın sen düşünsene. Dünya problemleri gözüne nasıl gözükür. Ayrıca yerçekimsiz ortam da çok eğlenceli bir yere benziyor.


12 Kasım 2013 Salı

Sağa sola gerekli talimatları vermek

Evet, başbakan.

Geçen Uykusuz dergisinin Kaç Yıl Oldu? adlı, Fırat Budacı tarafından hazırlanan, köşesinde hatırlatılan şu hadiseye zamanında hakkıyla gülememişim. Çok hoşuma gitti ya. Bu kadar bilmemek olur sevgili okur. Adam herhangi bir şeyi kiralamanın ingilizce karşılığını rentacar zannediyor. Bunu lütfen "Başbakanın her yaptığı da gözünüze batıyor. Dalga geçmek için yer arıyorsunuz. Başbakanımızı yedirtmeyiz" mantığıyla algılamayın. Biliyorum, adam cevap vermek zorunda hissediyor kendini. Ama bu hadise benim başıma gelse mutlaka anlatırdım. Dayının biri de sorsa bunu, komik lan. Kaldı ki başbakansın diye her boktan anlamana gerek yok. "Olm tamam, bir başbakan olarak görev tanımımda tesisleri gezmek, AVM açılışına katılmak, bir yerlere çağırılmak ve konuşma yapmak var. Ama kafam almıyor belli bir saatten sonra çocuklar. Siz bana dravdan
gösterin, ben he deyip geçerim." gibi mi? Kiralamak de be adam, Türkçen mi eskiyecek.

Buradan bir insanın bilgisizliğiyle dalga geçmenin ne kadar yanlış olduğuna geçelim. Önce size üşengeçliğimin düşünce yapıma etkisinden bahsedeyim; ben bir şeyin bir şeye benzerliğini yakaladıktan sonra öteki benzerliklerini düşünmeye üşeniyorum. Bir tespit mizahı olarak listeleme yapmaya üşeniyorum, konsept mizahı istemiyorum açıkçası. Konu gözümde daha ben yazarken eskiyor, o yüzden atladığım hususlar olabilir, bunu kafanıza takmayın. Neyse

Bazen önce Stephen Hawking gibi taşaklı bir şey olayım,
nasıl olsa sahnede o kadar fiziğin, matematiğin arasında
ne söylesem gülerler diye düşünüyorum. "Nasıl olsa
güldürme maksatlı çıkmıyorum, size ilim irfan öğretmek
için çıkıyorum oraya" mantığıyla izleniyor çünkü.
Profesör olduktan sonra espri yapmak daha kolay gibi.
Bir insanın bilgisizliğiyle dalga geçmek. Benim farkettiğim bir kaç mizah anlayışı var insanlarda (Şaka maka komedyen olucam diye işin teorisine çok girdim ya. Sikicem, kafam bunaldı resmen. Sonra niye kendimi eğlendiremiyorum). Bunlardan birisi şaşırma üzerine kurulan mizansen (altını çizerek söyleyebiliyorum, ne güzel) şeklinde tanımlanabilir. "Abi geçen gün bir adam gördüm, otobüsün ortasına lönk diye sıçtı" diyerek insanların yüzüne şaşkın ifadeyle bakma. Sadece olayı anlatarak, senden, onunla aynı şekilde eğlenmeni bekleme şeklinde örneklendirilebilir. Şimdi, dedim ya üşeniyorum, aslında diğer günlük komediler buna çok yakın. Şaşırmadan ziyade diğer duygular kullanılabiliyor tabii, gerginlik, sinirlenme, aşağılama (a.k.a bilgisizliğiyle dalga geçme). Sadece bazıları araya serpiştirdikleri espriler ve güzel anlatım teknikleriyle seni onun komik olduğuna ikna ediyor (bkz: Cem Yılmaz). Bilgisizlikle dalga geçmek yanlıştır demiştim, ama ne yapıcaz lan? Her bilmeyene öğretecek miyiz? O zaman sıkıcı iyiler gibi oluruz. Gerçi aslen onun bilmemesiyle değil, biliyormuş gibi davranmasıyla dalga geçiyoruz. İyi kıvırdım hea.

Son olarak, Türkçede ama ile cümleye başlayabilmek çok güzel bir şey. İngilizce y.rrak gibi bu konuda, afedersiniz. İlla bir cümlede herşeyi açıklayıp net olacaksın. Ulan belki işin bir felsefesi var, ve ben bunu bir sonraki cümlede uzun uzun açıklamak istiyorum.

Amma velakin öyle değildir. Herkesin hakkı bidir.

10 Kasım 2013 Pazar

Birayla Bir Ay Geçer mi?

Bak ne buldum sabah sabah, eskiymiş gerçi ama olsun bilmiyorsundur belki. Ayrıca hemen çok güzel bir şarkı paylaşayım senle. Sabret ve dinle, çok güzel bir saksafon solosu seni bekliyor.


Sana da olmuyor mu bazen, sahnede yapacağın bir esprinin birebir aynısının karikatür versiyonunu görüyorsun. Resmen bütün hevesin kaçıyor o espriyi yapmak konusunda. Birebir aynısı lan. Gerçi seviniyorsun da bir yandan, önceden yakaladığın için o espriyi.

Bir kızın kıvrımlarına bakarken fotoğrafımın çekilmesi en büyük korkularımdan biri oldu. Gerçekten gün içinde çok yakaladığın güzellikler olmuyor, ve yakaladığın anda da etrafta bir kayıt makinesi var mı diye kontrol edemiyorsun. Ama artık kesin vardır şeklinde hareket etmek lazım, bilgisayardaki webcam'den bile geriliyorum lan. Tabii ki kendime vakit ayırdığım anlarda geriliyorum

Geçen gün sahne aldım 10 dakika Volkan Kantoğlu'ndan önce.

Bunları bir ay önce dedim resmen. 10 ekimde yaşanmıştı bu sevgili okur. Arayı kapatmak için hayatımı anlatmak istiyorum sana. Ortaya kaliteli bir ürün koyma merakım yüzünden yazamıyordum sana. Ortalıkta çok kaliteli mizah yazıları var ve bunlar beni kısım kısım kıskandırıyor. Blog yazıyorum lan, neden kaliteli bir ürün ortaya koymaya çalışayım ki diye düşünmeden edemiyorum. Sonuçta benim de sorunlarım var, ben de ben yalnızken kimse sevişmesin istiyorum.

Evet, 10 dakika sahne aldım. Aslında pek keyifliydi, benim için çok eğlenceliydi. Şık diye geçti o 10 dakika. (Ya al paylaşayım senle, senden mi sakınıcam sevgili okuyan kesim). Sonra tekrar sahneye çıkmadım. Bir ay geçti resmen, ama yeni bir şey yazmadığım ve aynı 10 dakikayı sergileyeceğim için çok sıkıntı, daraltı yaşadım bu hususta. Hatta bu iş biraz da beni tembelliğe sevk etti. Tembellik. Benim en büyük günahlarımdan biri, daha önce farklı bir şey olduğunu iddia etmiş olabilirim. Özür diliyorum.

5 gün önce, salı günü falan. Serkan Yılmaz'ın önünde 10 dakika çıkacaktım tekrar old city comedy club sahnesinde. Ama bir gittim 10 dakika kala, 2 kişi var lan sadece. Ben de çalışmadığım, eşeklik edip tembelliğe vurduğum için iyicene gerildim. Zaten daha çok ekmek yemem lazım, o kadar çok eksiğim var ki dedim. Nasıl olsa zorlayan yok ya, kaçtım o gün sahneden sevgili gözleri satır okurken öpülesice, resmen topuklarım götüme vura vura kaçtım. Sonra aslında bu işin ne kadar zor bir iş olduğuna başkalarını ikna ederken buldum kendimi. Kendim çünkü senelerin aşındıramadığı bir denyo ve dev bir yalancı olduğum için, asla ikna olmuyordum. Suçlunun kendim olduğunu bile bile ancak böyle yaşayabilirim, bir de oyun oynayarak.

Çılgınlar gibi bilgisayar oynadım sevgili okurcagil. Arkham Origins diye bir oyun çıkarmışlar sağolsunlar. Bu Arkham serisinin hastası olduğum için ona sardırdım, hatta eski diğer iki oyunu da, sevdiğin bir kitabı tekrar okumak gibi, tekrar oynadım. Bu sırada tabii ki beynim patatese döndü. "Ben eskiden nasıl düşünüyordum lan?" noktasına geldim. Uğraştığım çok az iş var ama bunların bana öğrettiği bir şeyi sana tavsiye babında aktarmak istiyorum.

Sahnede "sahnedeki adam"dan bahsetmek itici duruyor. Ancak sahne ile ilgili bir ders vermiyorsan. Yazarken, yazmak hakkında yazmak da aynı zamanda ucuza kaçmak oluyor. Yazar arkadaşlara tavsiyedir (evet ben de yapıyorum bazen, ama blog yazıyorum dediğim gibi. Kaliteli olmak isterim tabii ki ama, ucuzcu yetiştirildik, orası ayrı). Aynı şekilde düşünmek hakkında da düşünmeyin arkadaşlar. Yoksa benim gibi boka sararsınız.

Zaten düşünen insanlarsınız, anın tadını çıkarın.

Ayrıca,"kızlı erkekli kalmayın" diyeceğine "korunmadan sevişmeyin" diyen bir başbakanımız olsa keşke dilekleriyle konuşmamı kapatıyorum.

7 Ekim 2013 Pazartesi

Suikastçi

Geçen rüyamda suikastçiydim, suikastçi alıp satıyordum. Şaka şaka bildiğin adam öldürüyordum. İşimde de baya iyiydim hani, kulaklıktan müzik dinleyerek adam öldürmüşlüğüm bile var, o derece profesyonelim. Ya da yavşağım, tam çözemedim.

Bir iş geldi rüyamda, Bağcılar yeni yenimahalle mahallesinde bir tane tekelciyi öldürmem gerekiyormuş. Gerçekten çok üzüldüm bu işi aldığım için. Tekel lan. Hayır parası da iyi şimdi hakkını vermek lazım, neyse çok düşünmeden işi yapacağım mevkiye doğru yol almaya koyuldum.
Tekelci Dağarcığımı Geliştirmek için
Kpss soru kitapçığı aldım

Yol üstünde teyzem aradı "Bizim Orhan'a da bir iş bulsana evladım. En olmadı yanında gezdirsene işe giderken, evde yatıyor bütün gün. Ne yapacağım bu çocukla ben" şeklinde serzenişlere başladı. Ben bunlara "Televizyonda bal satıyorum" demiştim. Kimsenin izlemediğini biliyorum çünkü, daha güzel paravan meslekler de var ama dedim ya kafam rahat. Farkedelerse bıraktım derim, n'olcak. "Teyzeciğim" dedim "Orhan benim yaptığım işte sıkılır biraz, genç adam boşver yatsın" desem de pek kâr etmedi. Teyzemin serzenişleri bitmek bilmedi. Ülke ekonomisi ve politikası tartışmasına girmeden "İyi tamam gönder, Kirazlı metro durağında buluşalım" dedim.

...

Orhanla buluştuğumuz gibi "Evet abi bugün kimi öldürüyoruz?" diye sordu. Oha nereden biliyorsun lan demeye kalmadan saymaya başladı "Bir erkeğe göre fazla titizsin (Oysa ki kafam rahattı ama seri katil stereotipi ya işte, onayladım mecbur), yeni tanıştığın insanların hemen zayıf noktalarını gözlemliyorsun, gittiğin kapalı mekanlarda çıkışları sayıyorsun. Ayrıca geçen bize gelmiştin de tualete gittiğinde pardesünde susturuculu silah, 5li şırınga seti, bir tane boğma teli...", "Tamam lan yeter, anlamışsın işte" desem de eklemeden edemedi "Abi ayrıca blogunda yazıyorsun hepsini."

Baktım orhan pek hevesli, büyük kuzeninin yaptığı bu işten zerre tiksinmiyor. Tekelci öldürme gibi angarya işleri ona kitleyebilirim. Ayrıca ucuza çalıştırırım, kafam rahat olur. "Önce kurbanını tanıyacaksın, şimdi al şu parayı git bana bir paket camel kap gel. Hem incele bakayım ne zaafları varmış" diye gönderdim. Gitti, ancak yarım saat sonra geldi "Nerede kaldın lan sen?!" diye sordum. "Abi Fenerbahçeli imiş ibnetor" diye cevap verdi. Bunu mu öğrendin anca? Fener Trabzon maçını konuşmuşlar yarım saat. Esnafla ilişki kurmakta hiç sıkıntı çekmeyen insanlardandı Orhan.

...

Bir şekilde Orhan'a işi hallettirdim. Rüyanın burasını hatırlamıyorum "Al dedim bir sigarayı hakettin. Ama sakın annene söyleme" dedim. "Abi adam öldürdüm sigara mı problem oldu" dedi, gülüştük.

5 Ekim 2013 Cumartesi

Komedyen

Hi!

First of all, I want to start in english. Sonra türkçeye geçerim diye düşündüm.

Daha profesyonel komedyen olmadan kendimi insanlara komedyen olarak tanıtmanın zararlarından bahsedeceğim sana. Dün samimi bir yorum aldım "Yaptığın espriye önce kendin gülüyorsun, bence insanlar gergin hissediyor bu durum karşısında. Tamam komiksin, ama kulağımız sikildi senin gülmenden" dedi. Mantıken açıklaması şu, yaptığım espriyi haliyle önce ben anlıyorum. Yıllar önce gülünmeyen esprilerin boşa gitmemesi için geliştirdiğim savunma sporlarından biri bu, kendim hemen gülüyorum ki yakayım o espriyi. Tasarruf. Bizimkilerin beni yetiştirme tarzıyla alakalı, daha az önce masada bir parça börek kaldı ve "Al sen ye" tartışmaları başladı. İsraf etmeyelim tamam da, herkes ölümüne istemiyor o böreği. Bu seferlik kalsın masada.

Biraz insanlığından kaybediyorsun komedyenim deyince. Şöyle ki; herkesin derdini sıkıntısını anlattığı bir arkadaş ortamında sana bir sırıtarak dönme durumu oluyor. O gün dertliysen "E sen hiç komik değilsin ki!" deniliyor. Bazen otomatiğe bağlamış arkadaşlar oluyor "Tuzluğu uzatır mısın?" diyorsun, gülüyor. Profesyonel olsam bunun azalacağını sanmıyorum. Gerçi bir arkadaşım "Sen komik değilsin hiç?" lafını "Gelir izlersin bir gün" diyerek savuşturabiliyor.

"Sen komik değilsin hiç" lafını bir irdelemek istiyorum. Ben her bu lafı duyduğumda pazartesi sendromu yaşıyorum. Anladın mı ruh halimi? "Yine mi mesai?" diye soruyorum. "Ben marangozum" deseydim ("Marangoz mu kaldı?" da bir cevap olabilirdi) "Aa, hadi bize bir masa yap" mı denilecekti. Veya evde arkadaşlarca toplanmışsınız, tekele barmen arkadaşınızı mı yolluyorsunuz? (Saat 22.00'dan önce tabii)

Bunlar bana "Hadi ya, pahalıya almışsın, yarı fiyatına eminönünde bulurdum" adamlarını hatırlatıyor.

Biraz araştırma yaptıktan sonra şunu farkettim. Ben sahne korkumla yüzleşmemek için kendimi sekse vermişim. Bir gün sahneye çıktığımda, stresi kaldıramazsam "Gösteriyi boşverin, grup mu yapsak?" diyebilirim

30 Eylül 2013 Pazartesi

Yazıdan bağımsız olmak isteyerek ayrı eve çıkmak isteyen başlık. Bakalım bu çabalarında başarılı olacak mı? Yoksa bunu zaman mı gösterecek? Özetle; şaşırtan, zıtlık gösteren bir şeyden başka nedir ki mizah? Kesinlikle bokunu çıkarmamaktır. Ama insan dediğin başlık kavramıyla da taşak geçebilmeli. Özür diliyorum bu yersiz hareketim için

Her günüm aynı olmaya başlayınca beynim stimülsüz kaldı. Tubitak'a orijinal stimül üretimi için başvurdum. Bakalım, yanıt bekliyorum. Biber gazından hemen sonra benimle ilgilenecekler. Bir de ÖSS, YGS, OKS ya da her neyse şu anki ismi, ona soruları hazırlamaları lazım bir ara. Vardı böyle bir geyik. Biri dalardı Tubitak'a "Deneyleri durdurun, bu sene sınav sorularını siz hazırlayacaksınız."

Bu arada yerli biber gazı üretimi beni biraz ürküttü. Baştan savma yapıp öldüreninden falan yapmasınlar bu gazın. Ya da artık "Biber gazını aslen Beşiktaş'da yiyeceksin. En güzel biberi orada atıyorlar. Buradakiler traş" noktasına mı geleceğiz? Bilmiyorum, zaman gösterecek.

Televizyonda "Fatih" isimli bir dizi gördüm. Yine Osmanlı. Ne büyük sektörmüş lan, yiye yiye bitiremediler ekmeğini. 600 sene oldu lan!?! Osmanlı ne olm? Osman ne ya? Bunlara bakıp bakıp "Ulan zamanında ne büyük memleketmişiz" diyerek şimdi yatış hakkı mı yaratıyoruz kendimize? Bence burada Osmanlı hanedanından gelenler İspanya'dan bir telefon açıp "Tamam, güzel günler geçirdik. Ortak geçmişimiz oldu, aklımda hep güzel kalacak bu ilişki. Ama hayatına devam etmelisin" diyerek bu kafayı bitirmekte önayak olmalı.
Gerçekten dönemin haritacılarını büyük zahmetten kurtarmışlar
Yalnız ne sikik renkler, gözüm kamaştı

Geçen yine eylemdeyiz, mesaj geldi polisten "Dağılın lan!"

Kendimi eğlendiremediğimi farkettim. Ne yapmam gerekiyor sevgili okuyucu bunun için? Depresyondayım, stres eniştem. Böyle espri yapınca eğlenmezsin tabii dediğini duyar gibiyim. Ama yorumlara duvar gibiyim. Bak yine

Küçükken çok eğlenirdim kötü espriden tiksinen insanlar görünce. Çünkü dünyanın en kaliteli esprisini yapıyorlarmışçasına aşağılıyorlardı kötü espriyi. Anında "ıyyy." Ama atlanılan detay o espriyi yapmak için kıvrak bir zeka gerekmesiydi. Kelimeler arası benzerlik kur ve hop "Aleksandır sik sallandır." Kötü espri deyince laf esprisi tabii ki. Çocukken yapılır elbet, espriye atılan ilk adım en nihayetinde ama yetişkin adama pek yakışmıyor. Aslında esprinin büyüsü, yapan kişinin çok eğlenmesiyle doğru orantılı. Keşke ben de bunu yapabilsem. Artık kıvrak zekamı takdir ettiğim espriler yapmıyorum. Ha 5-6 ay öncesine oranla daha çok güldürüyorum insanları (Street University, yo bitch), o ayrı. Bunlara çok kafa yormaktan dolayı olmuyor herhalde. Yormasam kendi kendimi eğlendirebilirdim. Ama dedik ya doğasında şaşırtıcılık, zıtlık var. E ben yaptığım espriye artık şaşırmıyorsam onun eğlenceli olduğuna kendimi nasıl ikna edebilirim? Üzerinde düşünmeyerek.

Çok hızlı tüketiyoruz, o yüzden tükeniyoruz. Hayatını tüketecek yeni ve farklı şeyler bulmaya adayan
(Bi susun amk)
arkadaşlarım var. Siz onları hipster diye biliyorsunuz.

Geçen yazıda sana söylemedim. "Bir kız hem tatlı hem seksi olabilir mi?" tartışmasında "Daha önce çok duydum bunu, başka konuya geçelim mi?" dediğimde "NE?!? Daha önce tartışıldı mı yani bu? Tamam o zaman hemen konuyu değiştiriyoruz" dedi kız. Başkasının yaptığı bir şeyi yapmamakta ısrar ediyordu. "Neden?" "Çünkü öyle." Bir başkasının başından geçti diye niye değersiz kılındı o muhabbet. Buradan sırf farklı olmak için farklı olanların yüzüne bir osuruk gönderiyorum.

Bu senin hayatın, sırf başkası yaşadı diye belli bir tecrübeden mahrum kalmamalısın.

Kozalanmak diye bir tabir varmış yeni öğrendim. Çok değil bundan 150 sene öncesine kadar insanlar müzik dinlemek için konsere gitmek zorundaydı. Veya kendisi çalmak. ("Ya bir ara gitar çalıyordum ama bıraktım" Marie Antoinette) Çok güzel bir şarkıyı bir hafta dinleyip eskitiyorsun ya, o zamanlar bir senfoniyi hayatında sadece 1-2 kere dinleyebiliyordu insanlar. 60 sene önce sinemaya gitmek zorundaydı. Bir şeyleri başka insanlarla birlikte takdir edebiliyordu sadece. Şimdiyse neredeyse tüm eğlence sektörünü bir tane mınakoyduğumun internet kablosuyla evine çekebiliyorsun. Yalnız başınasın zaten, takdir etsen n'olcak? Kim duyacak. Alkışlamak yerine retweet, like, share (İngilizcemiz gelişmiş tabii bu arada) gibi butonlar kullanıyorsun. He fena olmadı, ne öyle maymun gibi alkış falan. Bu yalnız kalma olayına kozalanmak diyorlar.

Ölmeden önce yapılacaklar listeme başladım galiba. "- Patlama izle ve - Patlamayı izleme, biraz cool ol. Görmediğin şey değil sonuçta" olası iki madde. Düşüneceğiz bakalım.

28 Eylül 2013 Cumartesi

Takılmaca



bu yazının şarkısı bu olsun

Kendi tepkilerimizi kaybedecek, unutacak, veya oluşturamayacak kadar çok film ve dizi izlediğimizi düşünüyorum insanlık olarak. Aşağı yukarı her durumda yüzümüzün alacağı ifadeyi başka birinin yüzünde gördük, aşağı yukarı her lafa verilecek cool bir cevap hazırladık (duyduk), birisiyle flört ederken nasıl bakacağız, birisine tiksintiyle nasıl bakacağız, üzgünken ellerimizi alnımıza nasıl koyacağız, sevinç gözyaşları nasıl yapılır, birisine samimiyetle teşekkür etmek ve çok umursamayarak teşekkür etmek nasıl olur, çaktırmadan ve çaktırarak bozuk atmanın metodolojisi açık ve net hafızalarda yerini aldı gerektiğinde kullanılmak üzere. Daha bir kere orgazm olmadan orgazm sigarası içildiğini öğrendik, ulan belki aslında canın çekmeyecek?

Eski zamanlarda hep daha samimi daha dolu dolu yaşandığına inanıyorum. Midnight in Paris'te gerçi bu konu işlendi herkes geçmişte hep bir şeylerin daha iyi olduğuna inanıyor, evet, AMA ÖYLE YANİ. Bir kere iletişim işi çok zor, birisinden uzaktaysan onu özlüyorsun. Şimdi ben bakıyorum da, o kadar az insanı gerçekten özlüyorum ki. Herkesin aşağı yukarı ne yaptığından haberim oluyor, hatta bazen keşke ölseydim de bu kızın şunu paylaştığını, şu çocuğun bu yorumu yaptığını görmeseydim diyorum. Az tanıdığım insanları daha fazla tanıyamadan önyargı sahibi oluyorum. Bir sürü şeyin sırf gösterilmek üzere yapılması ve bunun samimi olduğum insanlarca da yapılması inanılmaz sinir ediyor artık. Mesela geçenlerde bir arkadaşın havuzuna gittik, hava aslında bayağı soğuktu, havuza girenlerin kıçı dondu, aslında inanılmaz az eğlenildi toplam geçirilen zamanda, ama fotoğraflarımıza bak, wohooo par-taaay ^_^ Ben mayomu bile giymedim hava buz gibi diye, "kremaaaa şöyle de çek, kremaaaa bak üç kişi kule yapacağız hadi sakın kaçırma" eh be dedim krema kadar başınıza taş düşsün. Konuyu dağıttım ama öyle yani, sizin de arkadaşlarınız öyle biliyorum.

İnsanın hayatında yaşadığı büyüüüük acılar çok olmaz herhalde. Benim de çok değil; ama dedem ölmüştü 4 sene önce o zaman hanyayı konyayı görmüştüm lan insan ne boktan şeylere kafayı takıyor, böyle cidden boku yediğinde anlıyorsun. Ben dedemin öldüğünü onların eve girince kapıdan çıkan babamın kuzeninden duydum, o ana kadar hasta sanıyorum, adam "başımız sağolsun" filan dedi, bal gibi duydum ne dediğini, güzelce bir iki milisaniyede compile ettim; ama çok film dizi izlemişim ve oradaki drama şöyle bir şey yakışır diye düşündüm: "anne, doğru mu duydum, ne diyor x abi, anne doğruyu söyle bana..." gibi bir şey. Nitekim dedim ve annem "gir içeri" diye beni iteledi, haklı kadın. Derler ya ciğerimi sökseler daha iyiydi, aylarca ruh gibiydim, hayatta ilk defa çok sevdiğim birisini kaybediyorum, ne yapacağımı bilemiyorum filan. Ama işin bir de drama queen krema hanım yüzü var, çok utanç verici ama anlatacağım artık battı balık yan gider.

kadın tam olarak böyle yiyordu tavuk budunuBen şimdi önceki gece muhtemelen sevgilimle mi konuşuyordum ne, sabaha karşı 4'te yatmıştım, sabah 7 gibi telefon geldi gittik dedemlere. Haliyle bok gibi uykum var aslında, ama canımın acısı bir yandan bastırıyor, bir yandan da dedem ölmüş, benim şu an uyumam ne kadar ayıp, benim şu an yemek yemem ne kadar ayıp filan diyorum içimden. Şunun ayırdına varamadım o vakit, uyumam onu daha az sevmem veya az üzülmem veya umursamamam anlamına gelmiyor, sadece uyumam gerektiği anlamına geliyor. Drama queenlik, o filmlerden dizilerden oyunculardan gördüğüm mimikler, duyduğum laflar benim doğallığımı alıp götürdü o gün, ben ben olamadım. Mutfakta mesela bir akrabayı ağzına kocaman bir tavuk budu tıkıştırırken görünce sinirlenmiştim. "BENİM BURDA DEDEM ÖLMÜŞ, KADIN YEMEK DERDİNDE AMK!!!1" gibi isyan ettim filan. Halbuki bir şey yok yani kadın acıkmış yani normal. Mesela geçen sene teyzemin ikizleri oldu, her anne gibi o da çok sevinçli, duygulanıyor da bir yandan, böyle bebeklere bakarken gözleri doluyor, yok işte odada yalnız kalınca "Sizi hiç yalnız bırakmayacağım, çok seveceğim, anneniz sizi hep koruyacak" filan diyor. Çok tatlı. Ama öte yandan bir diğer anne, babamın anneannesi, köy evinde herkes tarladayken kendi kendine doğum yapmış, sonra da eve gelen giden olur diye olası misafirlere EKMEK PİŞİRMİŞ YA. Yoğurmuş, mayalamış, odunla ocağı yakmış filan pişirmiş. O arada birkaç saatlik bebek de var ortamda. Şimdi bu anne çocuğunu güncel anne kadar sevmiyor mu? Elbette ki seviyor. Ama hayata dair pratik kaygıları, sorumlulukları da var. Hayatta romantizme o kadar da yer yok demek ki bazen. O kadar da film annesine maruz kalmamış, harbiden evde ekmek yok diye kalkıp ekmek pişiriyor. Diğer anneler siz hala bacak kadar çocuğunuz 3 yaş sendromunda, asi oldu diye psikologa gidin. Çünkü problemler hep psikologla çözülmelidir.

Geçenlerde sevgilimle çok ciddi şeyler konuşuyoruz ilişkimize dair. Hayvani ciddi konular öyle böyle değil. Ama alışkın değiliz şimdi bu mevzulara girmeye, ve ikimiz de dramatik havaya giremedik. Çünkü bir kere gündüzdü, çay içip tost yemiştik. İnsan az önce ağzından uzayan kaşarı toparlamaya çalışırken bir anda "Evet Âdnân, ilişkimiz, aşk, meşk, ciddiyet" diye höt höt konuşamıyor. O yüzden ikimizi de aptal bir gülme aldı, konuyu toparlayamadık saatlerce. Halbuki, gece olsaydı, biraz içmiş olsaydık, sokak lambasının ışığında veya mum ışığında konuşuyor olsaydık, fonda bir müzik olsaydı filan ayrılmış olabilirdik adeta şu an ânın romantizminden, dramından.

Aslında var ya tamamen başka bir şeyler anlatmak için başlamıştım bu yazıya. Ama annem filan girdi çıktı odaya, zil çaldı, arada yemek yedim. Unuttum hep. Bir de aileden çok örnekler vermişim. Bundan sonraki yazacağım bütün kişi ve kurumlar hayal ürünü olacak, bu ne ya bokunu çıkarmışım.

27 Eylül 2013 Cuma

Huzursuzluk


“Şeyi ne yapıyoruz?” soru cümlem var benim. İçinde bulunduğum anın huzursuzluğundan kurtulmak için, sanki bir anda harekete geçilecekmişçesine, sorarım bu soruyu. Ki kendisi beni daha derin bir huzursuzluğa iter çoğu zaman. Çünkü hakikaten o şey için yapılacak hiçbir şey yoktur. Hatta ortada yapılacak bir şey bile yoktur. Aslında o soruyu sorarken çok küçük bir an için bile olsa harekete geçebilmenin gücüne o kadar inanırım ki saniyeler içinde çok ciddi belgelerin imzalanacağını, büyük ihalelere girileceğini, kazandığımız milyon dolarları sayarken ellerimizin terleyeceğini, çok yorulacağımızı, ama onun tatlı bir yorgunluk olduğunu da bakışlarımızla birbirimize hissettireceğimizi bile düşleyiveririm. Bir de niye o kadar parayı elle sayıyorsak, o huzursuzluktan kaçma anında bile bir sonraki huzursuzluğun boyunduruğu altına sokuyorum kendimi. Neredeyse “abi şimdi yatalım, sabah erken kalkıp sayarız” gibi yalan olacak bir teklifi nasıl savuşturacağımı düşünüyorum yani o derece.

Ayrıca öyle büyük bir meblağı elle saymak konusuna değinmişken geçen gün okuduğum bir haber üzerine kafamda canlanan manzarayı paylaşmadan da geçemeyeceğim sizlerle, çünkü bir an, paylaşmazsam bu yazıyı yayınladıktan sonra huzursuz olacağımı hissettim. Haber Nokia'nın 7.2 milyar dolara Microsoft'a satıldığını bildiriyordu biz tüketicilere sanki çok umrumuzdaymışçasına. Sanki asgari ücretin biraz üstü bir paraya çalışıp da iki maaşına denk gelen bir adet Nokia marka akıllı telefonu henüz satın almış bir emekçi kahvede keyifle çayını yudumlarken bir anda bu haberi duyacak ve dünyası başına yıkılacak. Hatta bir adım ileri gidip elindeki telefona yerinerek bakacak ve sitem edecek “satılmışsınız hepiniz, yazıklar olsun!” Huzursuzluk öyle bir şey işte, insanı nerede, ne zaman yakalayacağı belli olmaz. En mutlu anınızda sinsice giriverir kafanıza. O emekçi kardeşimizi huzursuzluğuyla başbaşa bırakırsak asıl konumuza dönebiliriz. Nokia'nın Microsoft'a satılması durumunun kafamın içindeki tezahürüydü asıl konumuz, biliyorum unutuverdiniz geldiğimiz şu noktada, sıkıntı yok, huzursuz olmadım, neyse ki ben unutmamıştım. Şimdi bir grup sarışın, Finli yağız delikanlı lacileri çekmişler büyükçe bir toplantı salonunda Microsoft temsilcileriyle görüşme halindeler. Çocuk evlendirecekleri için belli bir masrafları varmış da ihtiyaçtan sattıklarını yoksa çok memnun olduklarını falan anlatıyorlar Nokia'dan. Pazarlıktı, fiş almasaktı falan derken en son 7.2 milyar dolara bırakıyorlar Microsoftçu dayılara. Onlar da yanlarında getirdikleri çantalardan usul usul yığıyor 7.2'yi masaya. İçlerinde hafif mahalle delikanlısı havasında, iş bitirici tipler de var tabii bunların. Bunlardan biri arada atlıyor ve şöyle diyor: “biz saydık ama, siz de bi sayın isterseniz.” Sonra garibim o sarışın, efendi çocuklar günlerce o parayı sayıyorlar o odada. Neyse ki soğuk iklimin insanları oldukları için sulu şakalar yapan bir tip çıkmıyor içlerinden ve hesabı kaçırmadan, başa dönmeden sayıyorlar meblağı. Para da tam çıkıyor ve bir huzursuzluk çıkmıyor en nihayetinde.

Aradan neredeyse bir ay gibi bir süre geçiyor ve ben bu yazının başına an itibariyle geri dönüyorum. Huzursuz oldum çünkü, dönüp de devam edemedim yazıya bir türlü. Kötü mizah başlığı altında bir uyuşmazlık yaşadım kafamın içinde uzunca bir süre. Uykusuz ya da Penguen gibi bir dergide okuduğum iki ayrı yazı başlatmıştı kafamın içindeki bu uzun sorguları. Yazarın biri oruçluyken yanında oturan bir adamın bir bardak su içişini paragraflarca anlatmıştı yazısında, tam da ortaokul mizahı kafasıyla yapmıştı bunu, zaten bir adım sonrası da Şafak Sezer filmi kategorisine tekabül ediyordu. Diğer bir yazar da o kötü yazının belki de onda biri kadar bir yazı yazmıştı meyve sebze ile beslenen sakin bir müslüman aleminin domuzla beslenen hırslı hristiyan egemenliğiyle baş etmekte zorlanacağını anlatan. Tek kelimeyle mükemmel bir bağlantı çekmişti doğu-batı meselelerine yemek muhabbeti üzerinden. Gerçek bir mizah duygusu vardı işte o yazının içinde. Kaliteli bir iş yapılmak isteniyorsa eğer o duygu yakalanmalı bir noktada. Kötü mizahın vereceği huzursuzluk duygusunu hasbelkader yazısını okuyan bir insana yaşatma lüksü olmamalı bir yazarın. Yazıya dönüp baktığı anda oradaki huzursuzluğu görüp çıkarmalı. Ya da dürüst ve samimi olmalı, “Hacıto, bak bunu okuyorsun ama şöyle bir huzursuzluk kaygısı da yok değil içimde” diyebilmeli okuruna. En azından kendini geliştirme yolunda ilerleyen bir yazar için olmazsa olmaz bir kaygıdır, sorgudur bu kanımca.

Daha fazla uzatmamak gerektiğine olan inancımın ağır bastığı saniyeler... Burada sizlerle paylaşacağım bu ilk yazıyı belirli huzursuzluk süzgeçlerinden geçirmek durumunda kaldım. Böyle huzursuz bir adamım ben işte. Daha büyük huzursuzluklarla, daha iyiye birlikte ulaşmak dileğiyle...

Bu arada, şeyi ne yapıyoruz?

Biraz Üç


N'aber?

Hemen senle yakınlarda gittiğim bir Bulgaristan köyünün kınasında gördüğüm çocuğu paylaşayım.

Çocukken ben de böyleydim biliyor musun? Sürekli hayali insanları döverdim

Artık üşenmeye bile üşenecek, ertelemeyi bile erteleyecek hale geldiğim şu günlerde olayı sonbahar tribine bağlayarak kendimi rahatlattım. İnsanın hayatı boyunca havalardan konuşmayı bırakmayacağını farkettin mi? Bıkmıyoruz lan resmen. Dün mesela "Bir kız hem tatlı hem seksi olabilir mi?" başlıklı bir konuşmaya şahit oldum. Canım çok sıkıldı biliyor musun? Seks tatlı bir şey midir?

Hemen cevabını vereyim. Geçen threesome yaptım. Daha önce iki kadınla beraber olmuştum, o gerçekten çok güzeldi, benim açımdan çok tatlıydı. Ama bu sefer bir kadını bir erkekle paylaştım. Ve inan bana hiç tatlı değildi. Arkadaşın bana dediği şu "Anı oldu." Affedersin ama evlenip barklanıp iki aile şeklinde buluştuğumuzda "O gün nasıl s.klerimiz çarpışmıştı" mı diyeceğiz? Öyle bir şey olmadı lan bu arada, ama olabilirdi yani. Sonra aklıma bir gün kız babası olma olasılığı geldi. Üzerine titriyorsun ilk birkaç sene. Hastalanınca uykularından oluyorsun, rahat etsin diye çok çalışıyorsun. Sonra iki adam içip içip çatır çutur kızını... Neyse, unutalım bunları.

Sarhoş bir adam bindi geçen otobüse. "Eyübe kadar gideceğim bir sakıncası yok di mi?" diye sordu. Gerçekten böyle bir komün hayatı olsa nasıl olurdu otobüslerde? Otobüsteki yolcu sayısı arttıkça demokrasi giderek zorlaşıyor gibi. Her durakta daha çok oyalanıp daha fazla muhakeme yaparız gibi. Başlarda herkesi alırken bir süre sonra beğenmediğimiz insanları otobüsten kovmaya başlayabilirdik yenilerini alabilmek için. Bazılarının ne kadar yırtıcı olmasıyla alakalı otobüste kalma süreleri o kadar uzayacaktı belki de. Belki de çok otobüse biniyorum bu aralar.

Fransızca öğrenmeye çalışıyorum bu aralar. Şu programı kullanıyorum. Tabii ki bedava, kıppssss. Bir ara fransız bir kız arkadaşım olmuştu, o sıralar çok az öğrenmiştim. O çok az bilgi boşa gitmesin diye dilin tamamını öğrenmeye kasıyorum şimdilerde. Hangi fransıza sorduysam istisnasız "Neden fransızca?" diye soruyorlar. Hepsine "car en raison de l'âne bite" diyorum. Gerçekten katıksız bir gerizekalı olduğum için olabilir mi? Yok lan güzel dil. Ama en çok fransızca biliyorum diyerek ortalıkta gezinen çakma entelleri göt etmek istiyorum. Şimdilik yanımda fransız gezdiriyorum "Al sana fransızca, biliyorum diyordun ya göt" diyerek uzatıyorum fransızı adeta bir mikrofon gibi. Sahneye çıkmış amatör komedyen gibi kalıyorlar (Hehe, resmen mesleki deyim yarattım)

Kafam durdu, hep sonbahardan. 

25 Eylül 2013 Çarşamba

İki Farklı Kişinin Aynı Kişi Olması Durumu

Çok değerli bir arkadaşımın bir teorisi var zaman üzerine. Teoriyi tam hatırlayamamakla birlikte teorinin ikinci dereceden üzerinde durduğu şeylerden biri, bir kişinin çok kısa bir zaman diliminde bile başka bir kişi olduğuyla ilgili. Mesela bir saniye sonra bir kişi aynı kişi olmuyor. Çünkü bir kişiyi tanımlamak için çevrenin o kişi hakkındaki düşünceleri gereklidir. Bir kişinin kendi kendini anlatması o kişinin x=x demesi gibi bir şeydir. Burada o kişiyi zaten bilmediğimiz için x bize yabancı bir ifadedir. Bize x=y+z+a+b… gibi bir tanımlama lazımdır. Bu “y,z,a,b” gibi değişkenler çevrenin x'i tanımlamasıdır. Her harf bir tanımlayıcıyı sembolize eder. Buna, eğer x türkse, “Türkler hala fes takıyorlarmış” gibi şeyler de dahil. Yani olup olabilecek bütün x’e dair tanımlar. Birbirinden farklı tüm bu ifadelerin toplamı x’e eşittir. Bir tanesi değiştiğinde o kişi de değişmiş olur haliyle. Değişmemiz için bir saniye bile yetebilir. Bu durumu daha iyi kavramak ve yazının başlığının yerini bulmasını sağlamak için benim beş yıl sonraki kendimle, dün gece olan bir sohbetimi inceleyeceğiz.

Konuşma

04 Nisan 10

Akşamüstü odama girdiğimde karşımda kendim duruyor. 8,5 saniyenin içinden uzun bir süre “İşte sonunda birisi şekil değiştirme özelliği kazanmış” diye düşündüm. Kalan kısmıyla şöyle düşündüm “İşte sonunda insan klonlaması başlamış.” Tabii bu düşüncelerin içinde “Neden beni klonlasınlar ki?” şeklinde ve benzeri ikincil düşünceler de geçmiyor değil. Tam zamanda yolculuk olasılığını düşünmeye başladığımda nihayet konuşuyor.

“Murat” diyor. “Ben 5 yıl sonraki senim. Bana sadece bir tane evet/hayır sorusu sorma hakkın var. Cevap verdikten sonra gideceğim. Bu soruya cevap vermenin dışında artık konuşamam.”

Bunları söyledikten sonra susuyor. Kendisine bir sandalye çektikten sonra oturup beni izlemeye başlıyor. Aklımda; kötü arkadaş şakası, kamera şakası, halisünasyon, rüya, psikoloji deneyi, zehirlenme gibi olasılıklar var. Kusmak istiyorum.

“Bunun bir düzmece olmadığını nereden anlayacağım” diyorum. 

Susuyor ve beni izlemeye devam ediyor. Yüz ifadesinde bir değişiklik yok. Ayağa kalkıp omzundaki beni gösteriyor. Bendekinin aynısı. Sonra yerine oturuyor. Sanırım inanıyorum. Bir süre ben de onu izliyorum. Yavaş yavaş komplo teorileri buzlu camın arkasında kalmışlar gibi bulanıklaşıyorlar. Gerçek olmaması halini artık düşünmeyerek kendimi bu ana bırakıyorum. Ancak hala 5 yıl sonraki kendimin yüzüne bakamıyorum. Kendinizi izlerken kendinizin sizin yansıma hareketlerinizi yapmaması gerçekten çok ilginç bir durum. Yıllardır aynalara bakmaktan olsa gerek kendimi dışarıdan izlemeye alışık değilim. Hoş biraz değişmişim, o ana kadar kendimi incelemediğimi fark ediyorum. Saçlarım biraz daha seyrek, bakışlarım sertleşmiş, sesim toklaşmış, oturuşum değişmemiş, hoşuma gidiyor beş yıl sonraki halim.

Yavaş yavaş duruma adapte oluyorum. Bir tane evet/hayır sorusu. Düşünüyorum, çok zor, sorulacak çok şey var, ama neredeyse hiçbiri evet/hayır sorusu değil. Bir kısmı evet/hayır sorusu olsa bile cevapla yetinmek çok güç. Ne demeli?

Beş yıl sonraki halim bu olsa birkaç gün soru sormazdım herhalde


“Aklımda tonlarca soru var abi” diyorum. Kendime abi diyerek dünyada yaşayabileceğim en ilginç anı yaşıyorum. Kafamda ki soruların çoğu zamanda nasıl yolculuk yaptığıyla ilgili. En gereksiz sorular gerçekten en fazla kafamı kurcalıyor.

Bakışlarını benden kaçırıyor. "Bir" yapıyor işaret parmağını havaya kaldırarak. Kafam biraz daha hızlı çalışmaya başlıyor, gereksiz detayları attım kafamdan, kendimi iyiden iyiye bıraktım bu konuşmaya, bu saatten sonra yalan veya gerçek fark etmiyor.

“Hep daha mutlu olmaya çalışıyorum. Mutlu olup olmadığıma dair bir soru sorabilirim” diyorum.
Aynı ifadesiz bakış, sanırım beni herhangi bir şekilde yönlendirmemeye çalışıyor.

“Sana herhangi bir soru sorduğumda dürüst olacağına dair herhangi bir şey söylemedin. O halde yalan da söyleyebilirsin. Eğer sana mutluluğumla ilgili bir soru sorarsam. Mutluysan ‘evet’ diyeceksin, mutsuzsan belki de hayatımın kötü etkilenmemesi için yine de ‘evet’ diyeceksin. Ama ben senden ‘evet’ cevabı aldığım için mutlu olmaya çalışacağım sürekli ve mutlu olmam gerektiğini hissettiğim, mükemmeli aradığım için yine mutsuz olacağım. Değişen bir şey yok. Eğer mutsuzsan, bir şeyleri değiştirmem için ‘hayır’ diyebilirsin. Ama ben bir şeyleri değiştiremeyeceğim için yine mutsuz olacağım. Zamanda yolculuk yapabildiğine göre, zaman düz bir doğru. O halde değişmeyecektir. Mutlu olup da ‘hayır’ demezsin diye düşünüyorum, eğer kendimi biraz tanımışsam. Dersen de zaten yine mutsuz olurum. Demektir ki ben bu soruyu sorduğum zaman mutsuz olacağım, cevabından çok etkilenebilirim. Bu soruyu sormayacağım.” 

Bu duruma ısınmaya başlıyorum.Karşımdakinin yüz ifadesi hala değişmedi. Biraz rahatsız oldum. Aklımda hala sorular uçuşuyor.

“Çok detaylı şeyler sorabilirim. Mesela hiç âşık olup olmadığıma dair, ama bunun cevabı diğerinin aksine hiçbir şekilde hayatımı etkilemeyecektir. Issız bir adaya düşmediğim sürece illaki birine aşık olacağım. Platonik veya değil bu değişmeyecek. Hatta ıssız adaya düşsem bile, denize falan aşık olurum.” Şizofren gibi hissetmeye başladım. Kendi kendime espri yapıyorum.

Hala yüz ifadesinde bir değişiklik yok. Bari esprime güleydin.

“Mesela şu an ki yaşamını özleyip özlemediğine dair bir soru sorabilirim. Ama bu da elbette çok saçma olacak, tabii ki özlüyorsun, daha az sorumluluk var, sevdiğin herkese daha yakınsın. Cevabın yine evet olacak.”

Susuyor. Soru sormamaya özen gösteriyorum. Hiçbir cümlemde evet veya hayır diyebileceği soru yok.

“Amaçlarına ulaşıp ulaşmadığını sorabilirim, ama şu anki amaçlarım senin zamanında ya çok önemsizler, ya da şu anda başka amaçların olduğu için soruya yanlış cevap verebilirsin.”

Bu şekilde birkaç soruyu daha, gereksiz olduğundan veya beni kötü etkileyeceğinden çürütüyorum.

“Burada asıl problem hayatımın ne derece etkilenmesine müsamaha gösterebilirim. Soracağım soru…” derken birden aklımda bir ışık çakıyor. Zaman doğrusaldır diye kendim söylememe rağmen bunu fark etmemiştim.

“Sen” diyorum “yani ben” heyecanlanıyorum. “Bunu daha önceden yaşadın, ama bu sefer soruyu soran sendin” diyorum “yani ben.” Bunu nasıl daha önceden düşünemedim. “Yani” diyorum “sen bu soruyu ve cevabını önceden biliyorsun.” Düşünceler kafamdan ışık hızıyla geçiyor, domino taşları gibi biri diğerini tetikliyor adeta. Bu döngünün zamanın dışında kaç kez gerçekleştiğini düşünmeye çalıştıkça midem bulanıyor. “Görüyorum ki, sen sorduğun sorudan sonra, yani ben, çok da değişmemişsin. O halde soracağım sorunun önemi nedir ki? İfadesizliğinden de bunun gayet sıkıcı olduğunu düşündüğün anlaşılıyor. Paralel evrenlerdeki bütün Muratların yükünü kaldıramam ben. Hem hayatımı ne kadar etkileyebilirsin ki?”

Konuşmamakta ısrarcı. Kararımı verdim. En sonunda sorumu soracağım. Gitmesini istiyorum.

“Gitmek istiyor musun?”
“Evet!” Sesi isyankâr gibi çıkıyor. Sonrasında gözden kayboluyor. Bitti.

05 Nisan 10

Murat ertesi sabah uyandığında bu konuşmaya dair hiçbir şey hatırlamıyor. Hayatına kaldığı yerden devam ediyor.

04 Nisan 15

Nihayet konuşma bitti. Bunu daha fazla kaldıramazdım. 5 yıl öncesinde nasıl bu kadar ukala ve kendini beğenmiş bir insanmışım hayret ettim. Kendime o kadar çok güvenmişim ve aynı zamanda güvenmemişim ki. Kendimden bile bir şey öğrenmeye yanaşmıyorum. Bugüne kadar hayatımda çok yanlış adımlar attım. Bunları engellemek ve 5 yıl önceki kendimi daha iyi bir yola sokmak için türlü ayarlamalar yaptım(bu ayarlamalar başka bir maceranın konusu, henüz yaşanmamış bir maceranın). Ama bu kadar bencil olduğumu bilseydim zahmete bile girmezdim. Nasıl da sanki ona oyun oynuyormuşum gibi verebileceğim cevaplar üzerinden çıkarımlar yaptı ve nasıl da hiçbir şey öğrenmeyerek bu konuşmayı bitirdi. Hele tüm bunların daha önce yaşandığı üzerine olan düşüncesi... Şimdi daha net hatırlıyorum, 5 yıl önce bu akşamı hiç hatırlamıyordum, hatta ertesi gününde ‘hiç alkol falan olmadan nasıl böyle oldum?’ diye kendime sormuştum. Zaten sabah kalktığımda bu konuşmayı hatırlıyor olsaydım bile hayatımda hiçbir şey değişmemiş olacaktı, çünkü hiçbir şekilde bir şey öğrenmeye yanaşmamışım. Ama artık daha net görüyorum, bu konuşma 5 yıl önceki kendime bir çeki düzen vermek için değildi. Şu anki kendime bir çeki düzen vermem içindi. Artık herkesten ve her şeyden bir şeyler öğrenebileceğimin farkındayım. 5 yıl önceki Murattan bir şey öğrenemeyeceğimi düşünüyordum, ama şimdi daha iyi görüyorum ki ondan bile bir şeyler öğrenebilirmişim. 5 yıl önceki kendimden bir şeyler öğrenemeyeceğimi düşünürken bile aslında aynı ukalalığı üzerimde taşıyormuşum. Silkinip kendime gelmem gerek. Her insan hata yapabilirmiş cidden, ama böyle bir fırsatı kaçırmak düpedüz dangalaklık. Neyse bir duş alayım.

Sonuç

Buradan da anlayabildiğimiz gibi, bir insan cidden bambaşka bir insan olabiliyor. Hikâyemizdeki Murat, yani ben, 5 yıl zarfında çok az değişmişti. Ama 5 yıl önceki Murat ile yaptığı konuşmadan sonra, o gece olağanüstü bir değişim geçirdi. En başta değindiğimiz teoriye şunu ekleyebiliriz. Bir insanın kendini tanımlaması artık x=x değildir. Farklı bir zaman diliminden olan 5 yıl sonraki Murat'ın tanımlaması da artık x=y+z+a+b… değişkenlerine eklenen yeni bir tanımlamadır. Tüm bu değişkenleri kısmen kavrayan 5 yıl sonraki Murat'a x1 dersek. x1 kısmen x'e eşittir diyebiliriz. Zamanda yolculuk olduğu zaman insanların kendilerine olan borçlarını ödeme fırsatı doğar. Bu borç kendilerini tanımasıdır.



Not1: Bazı yazım hatalarını düzeltmek dışında olduğu gibi koydum. Niye gaza gelip yazdığımı hatırlamıyorum ama o zamanlar hayattaki tek amacım insanlara değişik sorular sormaktı. Bu sorulardan birisi de "5 yıl sonraki kendin gelse ona ne sorardın?" gibi bir şeydi. O soruya aldığım cevaplardan derledim akla ilk gelen soruları. Biliyorum mülakat sorusu aslında, ama hoşuma giden bir kurguya dönüştü. "5 yıl sonra kendinizi nerede görüyorsunuz?" gibi sıkıcı değil. 

Not2: Senelerdir ısrarla düzeltmediğim yazım hatası "domino taşları" yerine "dinamo taşları" dememdi. Sonra pizza yiye yiye bu hatamı düzelttim.

Not3: 2 seneden az kaldı zamanda yolculuk yapmama. Hadi hayırlısı